Van

Anadolu'nun Gökkubbesi Van

Son günlerde Doğu sınırlarında yaşanan tatsız sınır olayları yüzünden, gezimizin başlangıcında benim hislerim aile fertlerininkilere göre biraz daha farklıydı.
Onlar, yıllardır her akşam televizyonlarda seyrettikleri kırmızı bayrağa sarılmış tabutların peşi sıra giden binlerce ağıt yakanın gözyaşlarının aktığı savaş ortamına gidiyor olmanın huzursuzluğunu bastırmaya çalışan merak duygularını taşıyorlardı. Ben ise bu ortamın oluşmasına neden olan sebepleri 15 sene sonra tekrar göreceğimin ve bu bölgede nelerin değişip değişmediğini anlayabilecek olmamım heyecanını yaşıyordum.




Havaalanında Van uçağını beklerken hepimiz birbirimiz ile gezi hakkında sohbet etmek istesek de içimizde oluşmuş ya da oluşturulmuş, bilinmeyen endişenin baskısı altında gelecek yerine geçmiş anıları paylaştık. Ne desem boştu onlara... Beyinlerimizde oluşturduğumuz, beklide oluşturamadığımız Doğu Anadolu için herkes bir şeyler hayal ediyor ama bir biri ile paylaşamıyordu. Tam ağızlarından bir kaç kelime çıkar gibi oluyordu ki gözlerinin önüne dün akşam ki cenaze görüntüleri gelince susuyorlar, konuşmayı başka tarafa çekiyorlardı.




Yolculuğumuz 2 saat sürecekti. Bugüne kadar İstanbul’dan Atlas okyanusunun kıyılarına kadar birçok yere yolculuk yapmış olan aile fertlerinin 2 saatlik bu yolculuğu, 3-4 saat süren diğer yolcuklara göre çok daha uzun sürecek gibiydi. Kendi ülkemiz dediğimiz bu Doğu topraklarımıza bugüne kadar gitmeye cesaret edememişliğin ayıbını barındırıyordu her biri. Gidememenin sorumluluğu, biraz korkularından dolayı başkalarına atıyor, biraz da zaten zor şartlar altında geçmiş çocukluk yıllarının benzerlerini göreceklerine inandıkları Doğu illeri yerine, yıllar önce kendilerine hedef aldıkları Batıyı gezip görmeyi tercih etmiş olmalarına yüklüyorlardı.




15 sene önce Van’dan, 5 sene önce de Erzurum’dan araba ile döndüğümden bende Ankara sonrasındaki coğrafi alanın kuş bakışı görüntüsünü tanımıyordum. Endişe yerine vaktim olmadığı için giremediğim ve hala merak ettiğim Pülümür-Tunceli-Elazığ karayolunu, yüksek dağların arasına sıkışmış Keban barajının göl yatağının dantel gibi işlenmiş kıyılarını seyrederek, Tatvan üzerinden türkuaz rengindeki Van Gölüne üzerine geliyoruz. İniş konumuna giren uçağın kemer ikaz ışıklarının yanması ile İklim, bir yandan Büyükbabası ve Dedesine kemerlerini nasıl bağlamaları gerektiğini öğretmeye, bir yandan da biraz sonra uçağın “Pat” diye ineceğini daha önceden edindiği (!) tecrübelerine dayanarak anlatmaya çalışıyordu.




Göl üzerinde yapılan deniz taşımacılığında, Tatvan-Van arasının 4 saatte sürmesine inat, biz 20 dakikalık bir uçuş ile sağ tarafımızda “Akdamar” adasına bakarak göl üzerine alçalmaya başlıyoruz. Tüm Van gölünü çevrelemiş volkanik dağlar, göl kıyısına uzattıkları eteklerinin uçlarında, gölden aldığı enerji ile birkaç yüz metrelik yeşil bir sahil şeridi oluşturmuştu. Ancak geri kalan yamaçlarda yeşil adına hiçbir şey görünmüyordu. Van, tüm çevre illere inat, İran ile Anadolu topraklarını birbirinden ayıran yüksek dağların geçişine izin veren, boğaz görevini yerine getiren bir ovaya kurulmuş. M.Ö 1.500’lü yıllarda ilk defa Hurilerin yerleştiği daha sonralarda Urartuların etkin olduğu, sonralar da ise bir yolgeçen hanı gibi bir onun bir bunun eline geçtiği bu toprakların neden önemini kaybetmeden 4.000 yıldır varlığını sürdürebildiğini daha tam kavrayamamıştık. Bazen koyu lacivert, bazen açık mavi, bazen de bir koyu, bir açık türkuaz renklerine bürünen, suyu sodalı olmasına rağmen içinde tek canlı türü “İnci Kefalini” barındırıp bu kurak coğrafyada yaşama katkı sağlayan 1.800 metre yükseklikteki Van gölünün kıyısına kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetinin 35. Başbakanın adının verildiği Ferit Melen havaalanına iniyoruz.




Uzaklardaki sarp yamaçları yer yer kaplamış kara bulutların serinliği, uçak kapısı açıldığında içeri sızıp orta sıralarda olmamızı rağmen yüzümüze vurmuştu. Sanki daha yere ayak basmadan sert bir coğrafyaya geldiğimizi bize hissettiriyordu. Bir birimize bakıp hemen montlarımızı giymeye başladık. Acele edecek bir şeyimiz olmadığından uçaktan alel acele inmek isteyenlerin önünde İklim ile durup da kimseyi rahatsız etmeyelim diye uçağın boşalmasını beklemiştik. En arka sıralardan kendisine düşmesin diye yardımcı olan bir aile ferdi eşliğinde bir bacağı aksak 20 yaşlarında bir delikanlı ile göz göze geldiğimizde hepimiz acaba mı diye iç geçirdiğimizi hissettim.




Acaba son yıllarda bu sarp dağları daha iyi tanıdıkları, dağdaki yaşam koşullarına daha alışık oldukları için daha çok bu yörenin gençlerinin er olarak görev yaptığı sınır karakollarındaki bir çatışmadan sonra yaralanıp da büyük şehirlerde daha sağlıklı tedavi olacağı umuduyla geldiği İstanbul’dan mı dönüyordu bu genç insan diye, düşünmeden edemedim. Gözlerim, göğsünde bir gazi madalyası ya da asker olduğunu bana hissettirecek bir rozet aradı salakça. Utandım. Göz göze gelme cesaretini gösteremeden bu sahneyi görmek isteyip istemediğimi bile karar veremeden kafamı ön tarafa doğru çevirdim. Son bir kaç kişi ile uçağın merdivenlerinden yavaş yavaş indiğimizde arkamızdaki genci beklediğine emin olduğum bir sakat arabası kenarda bekliyordu. Arkama bakamadan havaalanın kapısına doğru yürürken camekânlı bekleme salonunda vişne kırmızısı kök boyaya batırılarak renklendirilmiş, yün peştamalını sadece kara iri gözleri gözükecek şekilde yüzüne kapatmış bir kadını ve yanında kolllarına girdiği yaşları 25 -30 civarında ki 2 erkeği gördüm. Yolun yarısını geçmiştim ki bekleme solunun da ki kadın, koluna girmiş olduğu evlatlarının kendisini bırakmasını istemiş daha dik ve güven verir halde gelenlere seyretmeye başlamıştı. Arkama bakamıyordum. Kapıdan içeri girdiğimde yanından geçtiğim kadının sadece gözlerinden damlayan gözyaşını görüp titrek bir ses tonu ile ağzından çıkan “Ahmet’im gelmiş…” dediğini duyabildim.




Gelenler ile karşılayanların birbirine karıştığı odada valizlerimizin gelmesini beklemeye başladık. Arkamızdan gelen Ahmet ile annesin karşılaşmalarına görmezden gelemeyeceğimi hissederek onlara doğru döndüm. Kim bilir Van’ın hangi ilçesinden, hangi köyünden gelmişti diğer evlatları ile. Kim bilir beklide yıllardır süren bir karmaşıklığın içinde arada kalıp, bir kurşuna yenik düşmemek için terk etmek zorunda kaldığı, hangi mezralarda büyümüş, Ahmet’ini doğurmuştu. Halen devam eden fırtınalı yaşantıların içinde sıyrılıp gelen oğlunun yaşadığına sevinen bir anne ile bundan sonraki yaşantısının, bundan önceki gibi olmayacağını düşünen buruk ama gurulu Ahmet’in, annesi ile birbirlerine sarılışlarını ve sessiz ağlayışlarına tanık oldum. Gördüklerimiz, duyduklarımız ile okuduklarımızın çok da yalan olmadığını hissettirdi bize.




Valizleri alıp tek kişinin geçebileceği dar bir kapıdan dışarı çıkarken, kapının 2 tarafında zımba gibi duran kollarında kırmızı “İnzibat” kolluğu asılı, ütülü kıyafetleri ile 1, 80 boyundaki 2 askere gözüm takıldı. Askerler, önlerinde sanki her an bir düşman saldırısı ile karşı karşıya kalacakmış gibi etrafı kolaçan eden, sırtı kendilerine dönük onbaşılarının tepesinden uzakta annesi ile sarılan Ahmet’in, annesine kavuşmasının hangi şartlardan olduğunu anladıklarından, ailelerine erken kavuşmayı dahi dileyemeden, bulundukları yerde görevlerini yapıyorlardı.




Hepimizin gözleri dolmuştu. Kapıdan çıktığımızda 3 gün boyunca bizim ile beraber olacak şoförümüz Halil’in arabasına doğru ilerlerken yamaçları kaplayan kara bulutlar havaalanını da kaplamış, sanki annenin sessiz çığlıklarına tercüman olurcasına birkaç dama damlatmaya bile başlamıştı.




Halil ile son 2 haftadır birkaç görüşme yaparak 3 gün sürecek Van-Doğu Beyazıt-Kars-Erzurum gezimizin nasıl olacağına önceden bir yarım karar vermiştik. Babam ve annem ile birlikte yıllardır tüm Türkiye’yi karış karış gezmiştik. Kayın pederimin de ailesi ile Erzurum’a kadar tüm Batı bölgelerini gezmiş olmaları bizim ailecek ne kadar gezenti olduğumuzu da gösteriyordu. Gezildikçe olgunlaşan düşüncelerimiz ile eksik olan puzzle parçaları yerine konuyor ve Türkiye haritası git gide beynimizde tamamlanıyordu.




Van’ı, İran üzerinden Asya’ya bağlayan İpek Yolu asfaltına çıkarak bir zamanlar deve kervanlarının geçtiği Van gölü kıyısından gölün güney doğusunda bulunan Gevaş’a doğru yol alıyoruz. Yakın geçmişte bu bölgedeki karşılıklı olarak yapıldığı iddia edilen soykırımların kimine göre bizlerin, kimilerine göre onların haklı olduğunun gerçeğini ve olayların sebebini bilmeden, sağımızda renkten renge bürünen Van gölü, solumuzda dik yamaçlı, kurak ve kayalık, volkanik Artos dağları arasından, Elma ve ceviz bahçeleri içinde geçerek, “Akdamar adasına ” doğru gidiyoruz.




Çok canlar gitmiş diye bir "offf" çekti şoförümüz Halil. Dedesinin anlattığına göre, 1915-18’de Ermeni olayları başlayınca 4 çocuğu ile tüm mallarını ve topraklarını bırakıp önce İran’a kaçmışlar. Birkaç yıl gurbet ellerde bilmedikleri bir yaşam içinde yaşamaya çalışıp tam da bir yol tutturamayınca, oğullarda biraz büyüyünce savaşın ve katliamların da bitmesi ile Hakkâri üzerinden “Doğanlı Dağlarını” aşıp Başkale’den geçerek Van’a geri dönmüşler. Babası İran’da doğmuş Halil’in. Daha o zamanlarda 15’li yaşlardaki amcalarının yardımı ile kundakta aşmışlar dağları. Van’a geldiklerinde ne bıraktıkları evleri duruyormuş nede komşu dedikleri. Boş bir çanak içindeki yeşillikte yeniden var etmeye başlamışlar Van’ı.




Sessizce dinledik Halil’i. Bir yandan ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyip içimizde dediklerini doğruluyor, bir yandan da neden demeden edemiyorduk. Neden bu vahşet yaşanmıştı ki bu topraklarda?




Akdamar Kilisesine yaklaşmaya başladığımızda her taraf kapkara olmuş akşam güneşi yerini sağanak bir yağmura bırakmıştı. Gevaş’ı geçince bir iskele kenarına bağlanmış 2 tekne yanında durduk. Yağmurluklarımız önceden hazır olduğundan hemen giyinip şemsiyeleri açarak tekneye kendimizi attık. 20 dakikalık sağmak yağmur altında kara bulutlardan ve esen rüzgârın oluşturduğu dalgalardan biraz korkarak adaya doğru ilerlerken Halil anlatmaya başladı…




Yüzyıllar önce göçlerin etkisi ile her toplumun iştahını kabartmış, her kralın, padişahın eline geçirmek için uğraş verdiği verimli Anadolu topraklarına geçişi sağlayan bu Van havzasından her geçen halktan birileri kalmış, bir topluluk oluşturmuş. Hititlisi, Urartulusu, Selçuklusu, Perslisi, Rus’u, Çerkez’i, Ermeni’si, Süryani’si, Kürt’ü, Türk’ü, Azeri’si… Birbirinin eline geçmiş bu topraklar bir diğerinin. Her eline geçirenden kalan halkta, buralarda bir yaşam sürdürmeye çalışınca da yeterince karışık bir topluluk oluşmuş.




Derki tarih kitapları “Hepsi huzur içinde bir bireriyle anlaşarak sürdürmüşler günlerini... Müslümanlar Noel’de Ermenileri, Ermeniler Bayramlarda Türkleri tebrik edermiş.” Ama dermiş ki Ermeni kitapları, “Türkler bozdu huzuru”, ama derki “Tük kitapları Ermeniler bozdu huzur”…




Hepimiz birden “Hangisi?” der gibi meraklı gözlerle Halil’in suratına baktığımızda, onunda karar verememiş olduğu, gözlerinin içindeki bulanıklıktan anlamıştık. Devam etti anlatmaya…




Bugün Akdamar adını alan adada, bir zamanlar bölgenin etkin yöneticilerinin yaşadığı bir Kilisesi varmış. Tamara'da, ada da yaşayan kilisenin Başpapazının kızıymış. Gönlünü kaptırınca genç bir Müslüman Çobana, davul bile dengi dengine denen bir yaşamda, denk düşmediklerini anladıklarından, Çoban gizliden gizliye sevmiş Tamara’yı. İçindeki aşkın ateşini hafifletmek, sevgilisinin kokusunu duymak için bazı geceler gizliden gizliye adaya yüzermiş. Tamara’da, sevgilisi yüzerken yolunu şaşırmasın diye kandil tutarmış adanın kıyısında.




Bir gün anlaşılmış Çoban ile Tamara’nın aşkı... Bugünkü gibi kara bulutların kapladığı bir gecede, kendisini görmeye gelen sevgilisi yakalanmasın diye, Tamara adanın bir bu yanına bir öbür yanına gidip gelirken, Müslüman Çoban da kabaran dalgalarda yüzmekten yorgun düşmüş, serin sularda kaybolmuş. Sevgilisinin kendisine ihanet ettiğini düşünerek son nefesini veren Çobanın “Ahhh Tamaraaa” çığlığı sanki bu topraklarda yaşananları özetleyen bir haldeydi. Farklı halkların hep birlikte yaşadığını ama hiçbir zaman tam olarak anlaşamadığını, aynı anda farklı şeyler düşünürken bir birlerine ihanet ettiklerine inandıklarını gösterir gibi bir efsanesi vardı. Çobanın son çığlığı da zamanla Ermenileri küstürmesin, Türkleri de kızdırmasın diyerek aslına benzer bir değişim ile “Akdamar” halini almış. Onlarca hikâye varmış farklı kültürlerin kavuşamayan aşklarını anlatan, ya da onlarca türkü yazılmış, sevgilisine sevgisini söyleyemediği için sazlarda dillenen.




Buralarda dedi Halil, “Sevmeye başladığını hissedemeden evlendirirler seni…” Biraz gözleri doldu. Herhalde 2 çocuğu gözlerinin önüne geldi. “Daha 18 sine girmeden amcakızı ile evlendirdiler bizi” dedi Halil.




Yanıma bir tarih atlası almıştım. Çevirdim sayfalarını kim ne zaman ne yapmış diye. Van ve çevresi için öyle bir film geçti ki gözümün önünden ben bile şaşırdım. M.Ö 2000 yılından bu ayana, bir Asya’dan biri gelmiş ele geçirmiş yöreyi, bir Anadolu’dan bir Beylik almış her tarafı. Bir Rusya’dan birileri aşağı inmiş, bir başkası Mezopotamya’dan yukarı çıkmış ele geçirmiş buraları. Hiçbir zaman susmamış kılıç şıkırtıları, ok vızıltıları, top gürültüleri. Acaba şimdi susacak mıydı silahların sesleri?…




Kilise içinde bugüne kadar gelebilmiş freskleri gördüğümüzde herhalde ada olduğu için, buradakiler Anadolu’nun diğer yerlerdekilere göre daha az tahrip edildiğini görüyoruz. Dinler arasındaki farklılığı bilerek çokta yorum yapmadan gözleri oyulmuş heykelleri, üzerileri karalanmış resimleri, taş duvarlar üzerine işlenmiş motiflere bakınıp yüzyıllar önce buralarda yaşanan hayatları hissetmeye çalışıyoruz.




Dönüşte, göl kıyısında yağmur altında elimizi sodalı Van gölüde sokmadan da edemedik. Köy kadınların hiç deterjan kullanmadan çamaşır yıkayabildikleri bu sodalı suda, yorgunluğumuzu gidermek için bizde yüzümüzü yıkayıp Van’a geri dönmeye başladık.




Selçukluların Anadolu’ya geçerken kullandıkları esas yol ve yaşam bölgesi olan Van gölünün kuzey kıyıları, Ahlât-Tatvan hattında görülebilinen Selçuklu kümbetleri ve mezarlarını, biz bu gezimizde oradan gitmeyeceğimiz için göremeyeceğimizden, yol üzerinde Van’ın güney bölgesinde ki tek Selçuklu mezarlarında mola verdik. Halime Hatun Kümbetine doğru yürürken 800-900 yıllık bir mezarlık içinde yeni gömülmüş mezarlarda ki yakınlarına, bayram öncesi adadıkları adaklar için Kurân okuyan birkaç aile karşılaştık. Kimisi babasının, kimisi annesinin hayrına diyerek okudukları kuranlardan sonra oralarda gezinenlere dağıtılmak adadıkları yiyecekleri sunuyorlardı.




Pek de köy içi sayılmayan bu mezarlığa, babasını neden gömdüğünü kendisinin de bildiğini zannetmediğim bir kadın, bizi görüp de okuduğu duaya karşılık dağıtacağı adakları alacak birilerin gelmiş olmasına ne kadar sevindiğini anlatamam. Ama birkaç fotoğraf çekip, bizimkilerin, kümbetin altındaki mezar bölümüne inip çıkasıya kadar ki zamanda, bir İklim’e bir bana sürekli gofret hediye etmesi bu sevincinin bir göstergesiydi. Adağının kabul edilmişliğini bizlerle paylaşmaya çalışırken, 2.000 km uzaklıktan bizim gelip de bunları almamız, “kimse kimsenin nasibi alamaz” dedirtecek haldeydi. Hepimiz gofretleri yerken bir yandan gülüştük bir yandan da orada yatanlara bizlerde kendi çapımızda bildiğimiz duaları okuduk.




Yolculuğumuza sabahın 6’sında Bursa’dan başladığımızdan biraz yorulmuş biraz da karnımız acıkmıştı. Akşam yemeğinde bulacağımızı umduğumuz otlu peyniri hayal ederek otele gelip odalarımıza yerleştik.




Tüm gezimiz boyunca her yerde yediğimiz etlerin lezzetini anlatabilmem kolay değil. Yemek salonuna girer girmez bizim hiç de alışık olmadığımız, ağızda dağılan lokum gibi etleri ile yapılmış yemeklerin yanı sıra Van havzasının bin bir çeşit otlarından bazılarının kullanıldığı Otlu Peyniri aramaya başladım. Vanlılar ot konusunda İzmir ile yarıştıklarını her fırsatta dile getiriyorlardı. Bendeki bu merak ile şimdiye kadar yemediğim yemek olmadığından aile büyüklerimiz peynirin tuzlu, kendilerinin de tansiyonlarının olması sebebi ile sadece tadına baktığı, annemin ise koktuğundan dolayı tabağına dahi alamadığı, güzel kokulu otları içinde barındıran peyniri ben bir güzel mideme indirdim. Hatta bunu bir daha kolay kolay bulamam deyip, akşam yemeğinde sadece otlu peynir ve güveçte çeşit çeşit otlarla pişirilmiş et yedim. Bu arada, İklim’in yemek yememesine Esra ile ben alışıktık ama ilk defa aile büyükleri ile bir geziye çıkan İklim’e büyükler pek de alışık olmadıklarından, doğal babaanne, anneanne tepkilerini verip İklim’in peşinden yemek yedirmek için koşturuyorlardı. İklim’de onları peşinde koşturmaktan pek memnun oluyordu.




Bugün arife idi. Tüm öğleden sonra yağan yağmur dinmiş yerini bir serinliğe bırakmıştı. Bizler içimize kalın bir şeyler giyip (hatta Esra yün fanila giydi) üzerimize montlarımızı alarak sokağa çıktık. Kısa kollu gezinen gençler ile gömlek üzerilerine aldıkları birer hırka ya da önleri açık ceket ile dolaşan Vanlıları gördüğümüzde, çevredeki illere göre daha kısa süre kar görmelerine rağmen kışlar eksi 10’lu ºC sıcaklıklarda geçtiğinden, buralara halen kışın gelmediği gösteriyordu. Yarın sabah gideceğimiz Hz Ömer Caminin hem tam yerini öğrenmek hem de arife gecesinde alışverişlerin, sabah 3’üne kadar sürüdüğünü öğrendiğimiz sokaklarda gezinmeye başladık.




Annemin hayatı boyunca hiçbir peyniri kokusundan dolayı yiyemediğinden burnunu kapatarak girdiği Peynirciler çarşısından otlu peynirlerin hem nasıl yapıldığını öğrendik hem de alışverişimiz yaptık. Saatlerce gezsek bitmeyecek sokak satıcılarının yayıldığı pazarlardan 2 TL’ye kaçak Malbora’ları alıp, hiç birimize çok da yabancı olmayan sokaklarda dolaşırken, Van halkının bayram sevincine ortak olmaya çalıştık. Bugün Bursa’dan buraya 2000 km’yi Vapur, Uçak, Araba ile yaptığımızdan çok yorulmadık ama yarın, alışkanlıklarımıza göre 1 saat daha erken kalkıp sabahın 6’sında Bayram namazına gideceğimizi, ardından da Kars’a kadar 550 km’lik yol yapacağımız göz ardı etmeden otelin yolunu tuttuk. Otelde, Van’ın sodalı göl suyunu oluşturan mineralli toprak yapısından çıkan, Urartular zamanından kalma su kanalları ile şehre ulaşan, çok yumuşak ve kaygan ama içilebilir (evlerde akan su sodalı değil) Van suyunda güzel birer duş alıp uykuya daldık.




Sabah 6’da iç kubbeleri ve sütunları işlemeli, duvarları İslami simgelerle kaplı, temiz ve güzel bir cami olan Hz Ömer camiin saf tuttuk. Sınırlarda yaşanan baskınları kınayan, fakiri koruyan Müslüman cemaatin yapması gerekenlerin neler olduğunu anlatan bayram vaazını da dinleyip ilk bayramlaşmalarımız Van halkı ile cami önünde yaptık. Otele gelip ilk defa tüm aile bir arada bir bayramlaşma yaşaması, bayramlaşırken birbirimize verebildiğimiz mutluluk, örf ve adetlerimizin içimizde yarattığı keyfi bir kere daha gözler önüne sunuyordu.




Kahvaltı salonundaki Fransızlar duruma pek bir anlam verememişler, alışkın olmadıklarından da sabah sabah onlara tuttuğumuz şekerleri garip bulduklarından kabul etmemişlerdi. İklim kendisine tutulan şekerleri ikişer üçer alırken yan masadaki dilini anlamadığı, dinini hissetmediği yabancı konukların şekerleri neden almadığını anlamamıştı. Ne onlar bizim şeker yememize, ne biz onların almamasına tepki göstermemiştik.




Birbirimizin düşüncelerine saygı göstererek, farklı dinlerden oluşumuzu bir birimize sarılmamız yerine birbirimizi garip bularak bakınmamıza neden olmuş, beklide bu coğrafyada yaşayan farklı toplumların ne kadar uyum içinde (!) yaşayabileceğini bizlere en iyi anlatan anımızı yaşamış olduk.




Kahvaltından sonra tepesine kadar tüm aile çıkamayacağımız için, bende daha önceki gelişimde çıktığımdan göle diklemesine bakan bir kayalık üzerine M.Ö 900’lerde İlk Urartu krallarından Sarduriler tarafından yapılmış Van kalesini etrafındaki düzlükten dolaşarak o zamanın yaşantısını algılamaya çalıştık. Kalenin giriş kapısının önüne yapılmış Şeyh Abdurrahmân Baba Türbesi ve çevresindeki mezarlarda aile büyüklerinin mezarlarını ziyarete gelmiş Vanlılara, bizlerde kendi aile büyüklerimizden çok uzaklarda olduğumuzdan onlara bakarak bir Fatiha okuyup Doğu Beyazıt üzerinden gideceğim Kars’a doğru hareket ettik.




Eylül 2009