Sınırlardaki Doğubayazıt
M.Ö 8. yy. da Kuzeyde Aras Nehrinden başlayıp aşağılarda Musul’a, Doğuda Hazar Denizinden Batı’da Tuz gölü kıyılarına kadar uzanan verimli araziler üzerinde etkin olmuş Urartuların Başkenti Tuşba’dan günün ilk ışıkları daha tepemize varmadan ayrılıyoruz.
Yol üzerindeki Urartu kalelerine, renkten renge bürünen Van gölüne bakarak kuzeye, Muradiye Şelalesine doğru yol alırken her biri zamanında çetin savaşların şahidi olmuş sayıları 20’yi aşan, yaşları 2.500’ü geçen yöredeki kalelerin çokluğu hem bizi şaşırtıyor hem de yöredeki yaşamın sürekli bir tehdit altında olduğunu hissetmemize neden oluyordu.
Yol üzerindeki Urartu kalelerine, renkten renge bürünen Van gölüne bakarak kuzeye, Muradiye Şelalesine doğru yol alırken her biri zamanında çetin savaşların şahidi olmuş sayıları 20’yi aşan, yaşları 2.500’ü geçen yöredeki kalelerin çokluğu hem bizi şaşırtıyor hem de yöredeki yaşamın sürekli bir tehdit altında olduğunu hissetmemize neden oluyordu.
Bayramın ilk günü olmasına rağmen yollar ıssızdı. Dün akşamki Van’ın kalabalığı Van’da kalmış olacak ki, bizim oralarda olduğu gibi Bayram sabahı milletin ya gidecek bir yakını olmadığından, ya da zaten buralarda pek millet olmadığından kimse yollara dökülmemişti. 1.700 metre yükseklikteki gölünün bu güney-doğu kıyıları, aşağı bölgelere göre daha kuraktı. Kışların sert ve soğuk geçtiğini, ağaç olmayan yamaçlara, ot bitmeyen düzlüklere baktığımızda hissedebiliyorduk. Karşı kıyılarda, Erciş’in ardında ki, Anadolu’nun Ağrı(5137) ve Cilo(4168) dağlarından sonra ki en yüksek 3.dağı olan Supan Dağı (4058) nemli havadan dolayı hayal meyal görünüyordu. Arkasındaki Nemrut Dağını göremesek de bir gün Ahlat-Tatvan hattından geçerek onu da görmeyi, Bitlis üzerinde Güney Doğu Anadolu’ya inmeye kendi kendimize söz verip Çaldıran üzerinde Doğubayazıt gitmek üzere sağa doğru sapıyoruz.
Van gölünü besleyen birçok çaydan biri olan Bend-i Mahi çayının üzerinde oluşmuş Muradiye şelalesi bu mevsimde pek de heybetli akmıyordu. Neyse ki sular son haftalarda yağan yağmurlar sayesinde biraz artmış, 20 metreden düşerek dar bir vadi içinde kayıp gidiyordu. Dere yatağı üzerine gerilmiş çelik halatlardan örülmüş tahta bir köprü üzerinden sallanarak bir şeyler içmek için karşı kıyıya geçiyoruz.
Hem yeterince şehirden uzaklaştığımızdan, hem de etrafta başka bir yerleşim olmadığından, bizleri karşılayan ne köy çocukları var ne de buralardan seyrek geçen turistlere bir şeyler satmaya çalışacak satıcılar... Sadece şelaleye bakan köy kahvesinde sabah çayını demleyen yaşlı bir amca çaylarımızı ikram ederken, ilkbaharda, karlar eridiğinde, şelaleden zıplayan su zerrecikleri bu oturduğumuz yerleri ıslattığını söylüyor. Birkaç fotoğraf çekip çaylarımızı ısmarlıyoruz. Yörenin yeşil fakirliliğine karşılık, suyolu olduğundan yeşillenmiş olan Muradiye şelalesindeki ağaçlarda yaşamlarını sürdüren birkaç bıldırcın, ortama kendilerince öterek renk katıyorlardı. Su şırıltısı ve ninni gibi gelen kuş melodileri, sabah serinliğiyle de birleşince biraz mahzunlaştık. Ancak İklim’in etrafta koşturup dere yatağına düşme ihtimaline karşılık hepimizi aynı anda tetikteydik. Kahvehanenin kirli ve birkaç köşesi kırık pencere camlarına soğuk girmesin diye yapıştırılmış, karlı kış günlerinin ardından tüm yamacı kaplayarak gürül gürül akan Muradiye şelalesinin resimlerine bakarak çaylarımızı yudumluyoruz. Birden ortalığı bir kalabalık kapladı. 2 otobüs Fransız ve Hollandalı turist grubu karşı yamaçtan güle oynaya bizim yakaya geçmeye başladılar. Bu ıssız kahvehanenin neşelenmesine yöre adına sevinmiştik. Ancak biz kalkmazsak onlara oturacak yer de olmadığından çaylarımızı hızlıca bitirip gezimize kaldığımız yerden devam etmek için yola koyulduk.
Önümüzde 2.644 metre ile Tendürek geçidi var. 1.700 metreleri geride bırakarak Yavuz Sultan Selim ile Safevi hükümdarı Şah İsmail’in 1.541 yılında cenk ettikleri Çaldıran Meydan muharebesinin yapıldığı ovaya doğru tırmanmaya başlıyoruz. En son 1.855 yılında gaz ve toz püskürten, yeniçağ öncesinde patladığı söylenen Tendürek dağının eteklerinde, gözlerimiz yol kenarlarında bir köy, etrafta bir kaç ev ararken, Halil tekrar anlatmaya başladı…
“Hala etkinler ve can yakıyorlar… ” dedi.
Halil, yol üzerindeki bir çukura girmemek için birden arabayı sağa doğru kıvırınca, ölü bir kedinin şiştiği için gerilmiş vücudunun ön bacaklarından fırlamış sivri tırnakları gibi yol kenarına kadar uzanmış, sanki daha dün patlamışta hala sönmemiş gibi canlı duran volkanik kayalardan kurtulmak istercesine cam kenarındaki koltuğumdan orta sıraya doğru kaydım. Kolumdaki barometreli saatim 1.950 metreleri göstermeye başlamıştı.
“Geçen sene” diye devam etti Halil. “Valilik tüm çevre tepelerde gezinmeyi yasakladı…”
Yer yer yolu aşıp geçmiş volkanların üzerinde ilerliyoruz. Sol yamacımızda, Türkiye’nin tek aktif yanardağı olarak kabul edilen Tendürek Dağının eteklerine doğru derin bir vadiyi oluşturan keskin kayalıkların siyaha çalan görüntüsü içimizde bir ürperti oluşturmaya başladı. Bir tepeyi aşarak Çaldıran ovasına giriyoruz. Karşılardaki dik yamaçlı dağların İran dağları ve Diyarbakır çevresinde ki Malazgirt ovasından bu yana, İran’a en yakın tek düzlüğün de bu Çaldıran ovasının olması, buranın savaşmak için ne kadar doğru (!) bir yer olduğunu hissetmemiz neden oldu.
Devam etti Halil. “Buralara kadar gelmezlerdi ama …”
Gözlerimiz Çaldıran ovasının düzlüğüne ve düzlük üzerinde akmış lav kalıntılarına takıldı. Ovanın ortasına kadar gelmiş lavların kapladığı alanları ortadan kaldırsak, daha büyük orduların karşılaşması için ne kadar da elverişli olduğunu hatta Urartuların, Asurlular ile ya da Hititliler ile buralarda patlamalar öncesinde savaştıklarını hayal ediyoruz.
Kolumdaki barometreli saatim 2.300 metreyi gösterirken uzaklarda kan ter içinde koşturan 3 ata bakınıyordum. Sanki arkadakilerden biri dişi diğeri erkek önlerine kattıkları siyah kısrağı İran’ın sınır dağlarına doğru sürüyorlardı. Geride bıraktıkları toz bulutu rüzgârın etkisi ile dağılırken birkaç koyunun cansız vücutları gözümüze çarpıyor. Başlarına yakın bir yerde yere çakılmış bir kamış üzerindeki sallanan beyaz bir bez parçası, barışımı yoksa savaş sonrası teslimiyetçiliği temsil ettiğini anlayamadık.
“Genelkurmaydan da açıklama yaptılar. Tendürek tepelerinde de 2 terörist ölü olarak ele geçirilmiş geçen sene. Ama Valilik, buralarda hala gezinmemize izin vermiyor.” dediğinde hepimiz bir rüyadan uyandık. Halil’in anlattıkları ile bizim gördüklerimiz, bizim hissettiklerimiz ile Halil’in söylemek istediklerinin farklılığını anlayıp, gördüğümüz karanlık dağlarda nasıl bir yaşam ve nasıl bir beklenti adına savaş olabilineceğin algılamaya, dağlardaki teröristlerin neyi hedeflediklerini kavramaya çalışıyorduk.
Eski zamanın savaşlarından dersler çıkarmaya çalışarak dinliyorduk Halil’i.
Şah İsmail, İran’da yaşadığı verimsiz topraklarından kurtulup, Selçukluların yaptığı gibi Anadolu’ya açılma sevdasına bürününce, Edirne’nin de uzakta olmasını da fırsat bilip bu bölge için kendi toprakları olduğunu iddia etme başlamış. Yavuz Sultan Selim de yeterince kızınca, Osmanlı orduları Edirne’den yola çıkmış, Van’ın Erciş nahiyesine kadar 1 senede gelmişler. Yol uzun yolculuk can sıkıcı olunca da Yeni Çeriler Erciş’te huzursuzlaşmış, ayaklanmanın ilk belirtilerini göstermeye başlamışlar. 1 senedir parasız-pulsuz bir şekilde vakit geçiren Yeni Çeri askerleri, cukkalarını doldurmak için bir savaş yapma ihtimalini de göremeyince Edirne’ye geri dönmeyi dile getirmişler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, Yeni Çeri Ağalarından birkaç gün süre istemiş. “Eğer 3 gün içinde Safevi ordusunu göremezsek geri döner saray kasasından veririm sizin beklediğiniz ganimetleri” demiş. Aynı anda Safevi hükümdarı Şah İsmail’e bir ulak göndererek “Toprak namustur... Senin olduğunu iddia ettiğin topraklar da bir namussa ben şimdi üzerindeyim.” demiş.
Hikâyemidir bilemem ama hep mi aynıdır savaş kışkırtmaları, savaş çığırtkanlıkları? Erkeklik ruhuna dokunan bir cümlenin ardından bir savaş başlatmanın yeterli olduğu eski dünyada, Şah İsmail’de kendine yediremeyip ordusu ile 2 gün içinde soluğu Çaldıran ovasında almış. Dik ve virajlı yamaçlardan çıkarak Çaldıran ovasından yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Ovada kovalanan kısrak gibi Şah İsmail’de Yavuz Sultan Selim ve Yeni Çerilerin önünde İran’a kaçmış. Savaş alanında öldü diyende varmış, İran yolunda kendi askerleri tarafından öldürüldü diyen de…
Başka yerlerden gelmiş, buralara ait olmayan 3 atı ve Muradiye şelalesindeki yaşlı çaycıyı saymazsak, son 100 km’de karşımıza çıkan tek canlı türü olarak sivri kayalıklar üzerinde uçan atmacaya gözlerimiz takıldığında, 500 sene önceki olayların hala ne kadar gerçeklik içinde yaşandığını görebiliyorduk. Hiç konuşmadan birazda çevredeki volkanik kayaların karalığından tedirgin olarak Tendürek geçidine gelmiştik. Kolumdaki barometreli saat 2.640 metreyi gösteriyordu.
Geçide geldiğimizi, asfaltın bir gidiş, bir geliş hattına serilmiş dikenli tellere çarpmamak için zik zak yaparak yavaşça yaklaştığımız, askeri kontrol noktasından anlıyoruz. Artık hepimiz istenmeden nüfus kâğıtlarımızı çıkarmayı öğrenmiş, pencereden uzatmaya hazır halde beklerken ortamın bizi ne kadar itaatkâr (!) yaptığını gören İklim, askerleri de görünce ne olduğunu çok iyi hissettiğinden birden o da duraksadı. Esra’nın “Askerler bize korur İklimciğim” mesajına, İklim “Askerler kimliklere bakar” diye daha anlamlı bir cevap vererek zıpır zıpır dolandığı araba içinde hemen kendine bir koltuk bulup kımıldamadan oturdu.
Uzaklardaki Ağrı dağının sis içinde kaybolmuş siluetine bakarken Halil’in turizmi canlandırma, bizlerinde turist olarak gezme beklentilerimizi şimdilik bir kenara koyduk. Askerler ise, karşıdan gelen arabanın dost mu düşman mı olduğunu bilemediğinden olası bir çapraz ateş karşısında hepsi birden aynı anda hedef içinde kalmasınlar diye yayılarak durdukları gözetleme noktasından bizleri süzüyorlardı. İçlerinden birisi beton duvardan yapılmış mevzi üzerine yerleştirilmiş yeşil haki kum torbalarının arasında ki bir boşluktan, varlığını hissettirmemeye çalışarak makinelisinin ucunu çıkarmış hareketlerimizi takip ediyordu. Her bir araç onlar için potansiyel bir suç makinesiydi. İçlerinde büyüttükleri tedirginlik duyguları bizlere kadar da gelmişti.
Etrafı kaplayan Doğu Anadolu’nun yaşam gizemi, son 4.000 yıldır olduğu gibi biraz da yaşamı sürdürebilme endişesi ile ortaya çıkmıştı. Kendi topraklarımız dediğimiz bu alanlarda bu endişeyi bizler de içimizde, biraz daha büyütüp, konuşmadan geçtiğimiz askeri kontrol noktasından sislerin arkasındaki dünyanın devlerinden birine, Ermenilerin Ararat’ına, bizim Büyük Ağrı Dağımızın eteklerine, İshak Paşa sarayının hâkim olduğu Doğubayazıt Platosuna doğru kendimizi bırakıyoruz.
İran’a doğru uzaklaşan 3 atın aksine, gökyüzünde soldan sağa daireler çizerek uçan atmaca, o bölgedeki yaşam koşulları bildiğinden ve oraya ait olduğunu kabul ettiğinden, yaşayabilmek için ihtiyacı olan tarla farelerinden birisini görmüş olacak ki hızlıca bir pike yapıp yerden kaptığı bir karartı ile tekrar havalanıp İran’a doğru uçmaya başladı. Yakaladığı tarla faresini, belki karşı dağlarda av bulamayan diğer arkadaşlarına, beklide kimse görüp de zarar vermesin diye bir uçurum kenarındaki kayalık üzerine yaptığı yuva içindeki yavrularına götürecekti. Yolda gördüklerimizi desteklercesine Urartuların Asurlular ile, Selçukluların Bizanslılar ile, Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile olan mücadelelerini yanımızda getirdiğimiz kitaplardan okuyor, tarih derslerinde sıkılarak takip etmeye çalıştığımız konuların, coğrafya ile ne kadar da bağlantılı ve keyifle takip edilebildiğini görüyordum. Geleceğin tarih kitaplarına girecek olan bugünün mücadeleleri sonlandırmak için dağlarda dolaştığına inandığımız askerlerin sağ salim evlerine dönmelerini dileyip, coğrafi koşulların ve doğa şartlarının, insanların yaşam tiplerinin oluşumunda ne kadar etkin olduğunu ve yakın bir zamanda buraları tekrar görme ihtimalimiz olmayacağını da düşündüğümüzden sık sık arkamıza dönüp sivri kayalıklara bakınıyoruz.
Halil’in “Nazlı gelin gene duvağını indirmiş” diye sislerin ardındaki Ağrı dağını ima ederken geldiğimiz düzlükte içimiz biraz olsun rahatlamıştı.
Birden yağmur çok şiddetli bir sağanağa dönüştü. İran ile aramızdaki Gürbulak Sınır kapısının hemen yanındaki Meteor çukuruna gidip geldikten sonra hem yemek hem de İshak Paşa sarayını görmek için Doğubayazıt içine gireceğimizden, hiç durmadan solumuzda ulvi Ağrı dağının bulutlar ardındaki gizli silueti eşliğinde ilerliyoruz.
Geniş bir plato üzerinde devam eden Erzurum-Tebriz Karayoluna çıkmış olmamızın yanı sıra kuvvetli yağmış olduğu için hafifleyen yağmur bulutları, rüzgârın da etkisiyle göğe doğru yükseldikçe hava açmaya başlamıştı. Dağın eteklerine uzanmış birkaç kulübeden oluşmuş Doğubayazıt’ın isimsiz köyleri, doğanın kendisine sunduğu yeşilliği biraz ıslak olsa da bizlere de yansıtıyordu.
12 sene önce geldiğimde her binanın önünde birkaç beton ya da tahta kalas üzerine konmuş tekerleksiz tankelerlerden sızan ya da İrandan gelen TIR’lardan bu tankerlere aktarılırken yerlere fışkırmış kaçak mozotlara basmadan yürüyemediğimi hatırlıyorum. İlçe içinde sıra sıra dükkânlar ve dükkânların kapılarından taşan malların ile sokaklarda dolaşan kalabalık, buranın bir sınır ticaret kasabası olduğunu gösteriyordu. Sınır kapısına 25 km uzaklıktaki Doğubayezıt’a kadar uzanan TIR kuyruklarından şimdilerde malesef eser yok. Yolda ilerledikçe “ha şimdi çıkar” dediğim kamyonlar ile bir türlü karşılaşamadan Gürbulak sınır kapısına geldiğimizi, kapı üzerindeki tabeladan anlıyoruz. 12 sene önceki ticaretin yasal olup olmadığını ne savunacak ne de itiraz edecek halim var ama şimdi sınır kapısı önünde İran’a geçmek için bekleyen 5 TIR içimi burkuyor. Gelen ise hiç yoktu.
“İran’a uygulanan ambargonun sonuçları... Birileri istedi. Birileri de uyguladı” diyor sadece Halil.
Tüm yöreyi ve yörenin ticaret potensiyelini düşündüğümüzde bu kapının 97’li yıllarda ne kadar faal olduğunu en azından görmüş olduğumdan, o dönemde terörizmin ne kadar azalmış hatta bittiğine inanmış olduğumu düşünürken Halil beynimi okur gibi araya girdi.
“2 çoçuğum var” dedi. “Her akşam nasıl ekmek götüreceğim diye düşünmekten yorgun düşüyorum. Hadi ben bir yol tutturdum ama buralarda yol tutturamadığı için sırf bir lokma için o kadar çok kaçakcılık yapılıyor, dağa çıkılıyorki ki…” dediğinde sanki tüm bölge sorununu bir çırpıda bize anlatıvermişti.
Sınır Kapısının 100 metre önünden Meteor çukuruna doğru saptığımızda biraz önce dağılmaya başlayan bulutlar etrafımızı tekrar kaplanmaya başlıyınca havanın bu kadar hızlı açılıp kapanmasına şaşırıyoruz. Sınırları koruyan onlarca gözetleme kulelerinden 1.sinde durduruluyoruz. Artık alışıkkkanlık yaptığından hızlıca nüfus kâğıtlarını çıkarıp Meteor çukurunu gittiğimizi söyleyerek askerlere uzattığımızda, İklim kımıldamadan oturduğu koltuğunda kendi kendine konuşmaya başladı. “Askerler kimlik bakar...”
Hiç birimiz bir şey demedik. Belki konuşmazsak askerden korkan bu olumsuz düşüncesini unutur diye…
Meteor çukuru, bölge turizimin etkisinde kalsın ve merak uyandırsın diye tam olarak dile getirilmesede Konya çevresindeki obruk çöketisi şeklinde oluşmuş bir çökeltiye benziyordu. Ama eğer birşeyleri göremeğe bir şeyleri algılamak için yerinizde oturmayıp bizler gibi 2.500 km yol gelmişseniz, obruk çökeltiside, Meteor çukuruda, buranın yoluda, yolun kenarındaki taşda, bu çukurun kenarında çakılmış tabela da görülmeye değerdir. Hepsi bir şeyler anlatır size…
Obruk çevresi herhalde içine düşülmesin (!) diye askeri dikenli teller ile 3 sıra çevrilmiş ve kenarına da sarı bir tabela çakılmış. Çukuru anlatan 3-5 cümle ardından imza olarak “… Askeri Komutanlığınca hazırlanmıştır” diye yazılmış olması bile buraların yaşamındaki etkin yönetim biçimini gözler önüne seriyordu. Dönüşe geçerken ağırlaşan hava, hiç de beklemediğimiz bir hızda bize bir sürpirz yapıp doluya dönüştüğünde, (o kadar hızlı ki, yağmur durmasına rağmen tam boşalamadığı için havada yağmur sıkıntısının sıcağından arabadan montumu almadan tişörtle çıkmıştım. Çukur kenarında dolu yemeğe başladığımda, sırtımdaki tişörtün ense kökünden giren çitlenbik büyüklüğündeki bir dolu tanesi omurliğimden kayıp pantolonumun içine girmesi ile onu ancak koşarak girdiğim arabada popomun içinden çıkardım) hakikaten buraların ne havasına, ne suyuna ne de yaşam şartlarına alışık olmadığımızı anlamıştık.
Yemek yemek için girdiğimiz Doğubayazıt’ta yaşayanların sınır kasabası özelliği kalmadığııdan, yöresel turism de bizler gibi birkaç turisti aşmadığından ne ile geçindiklerini bir türlü anlayamadık. Belki de, zaten geçinemekleri için sokaklarda dolaşan yüzlerce genci ve çoçuğu gördüğümüzde, bunların biraz daha büyüdüklerinde buralardan göçüp koca koca şehirlere geleceğini hissettik.
En azından bu coğrafya da truzime katkımız olmasından dolayı mutlu olup sadece bizler gibi turistlerin geldiği bir lokantada (zaten sadece 2 tane varmış) yer sofrası eşliğinde Doğunun yemekleriden yiyerek karnımızı doyurup 366 odalı İshak Paşa sarayına görmeye gittik.
16 yy’da Doğubayazıt Beyi Çolak Abdi Paşa’nın yapımına başladığı ancak 3 kuşak sonra 99 yılda torununun tamamlayabildiği bu saray bölgenin en önemli tarihi eseri denebilir. Kubbeleri Türkistan, Saray içi yerleşimi Osmanlı, Kapısı Selçuklu mimari özellikleri ile yapılmış. Bittiğinde zamanın ilerisinde düşüncelerle yapılmş olduğunu görüyoruz. Dönemin ilk tuvaletinin, ilk kalorifer sisteminin olduğu bu sarayın biz orada iken yağan başka bir sağnak yağmur nedeni ile 20 yıldır süren ve 3, 5milyon $ harcanarak yapılan restorasyonların ardından su basmasını, Sarayın bitirilmesini sağlayan Mehmet Paşa görse herhalde yattığı mezarından çıkar “Ben size öyle mi bıraktım bu sarayı?” derdi.
Dönüş yolunda ilçe içinden geçerken yolda gördüğümüz 2’si kız 3 gence, yanımızda getirdiğimiz kırtasiye malzemelerini, defter ve kitapları verirken birden nereden geldiklerini anlayamadığımız ama bir sel gibi etrafımıza saran en az 15 çocuğa da karınca kararınca okul malzemeleri, şeker, çukulata dağıtarak onlarında bayram neşesine ortak olduk. Sabahtan bu yana yaşadıklarımız bizi biraz yormaya başlamıştı. Daha, Iğdır üzerinden geçip Kars’a kadar yapılacak en az 200 km yolumuz vardı.
Sağımızda kendini bizlere göstermeyen nazlı Ağrı dağını göremenin hüznü ile geride bıraktığımız sorunlu İran sınırlarından bir başka sorunlu Ermenistan sınırlarına doğru ilerliyoruz.
1.660 metredeki Pamuk geçidine kadar yol çalışmaları nedeni ile çok yavaş geldiğimizden, Erivan ile birbirlerine bakan Iğdır’a girdiğimizde hava alaca karanlığı dönmüştü. Iğdır ovası bölgenin bir besin ambarı niteliğinde. Dün’den bu yana hasret kaldığımız yeşilliğe doğru ilerlerken kararan hava nedeniyle Doğu Anadolunun meyva bahçelerini çok da hissedemedik. Ancak yol kenarlarına kurulmuş tezgâhlarda satılan Iğdır elmalarından almayıda ihmal etmedik. Bir zamanların Karakoyunlu- Akkoyunlu Hükümarlarının hüküm sürdüğü verimli toprakları ve günümüzün güncel konularından, Ermenistan ile aramızdaki kapalı olan Alican Sınır Kapısı sağda bırakıp Tuzlucaya sapıyoruz. Elimdeki haritalara baktığımızda adrenalimizin arttığını hissediyorum. Yıllar boyu, bir köpeğin kesik kuyruğu gibi sarkarak Rusya sınırını oluşturduğunu haritalardan gördüğüm ama son 20 yılda yaşananlarla nedeniyle neyi ayırdığını bile tam anlayamadığım Doğu Sınırılarımızı oluşturan Aras Nehrinin kıyısından bir süre gidip Digor üzerinden Kars’a gireceğiz.
Her ne konuda olursa olsun, bir sınıra ulaşmak o sınırın geçilebilme olasılığını ve kendimizi aşabilmeyi, zincirleri kırabilmeyi, üzerimize giydiğimiz kısıtlayıcı kıyafleri yırtabilmeyi hatırlatır bana. Her sınırı gördüğümde özgürlüğe biraz daha yaklaştığımı ve bir sınır çizgisinin ne kadar anlamsız olduğunu hissederim.
Yine öyle oldu. 2 kıyı arasıdan akan Aras Nehri kenarından Erivan-Kağızma-Erzurum yolunda giderken, Kars yönüne doğru sağa saptığımızda karşı kıyıdaki Ermeni evlerinin bazı odalarında lambalar eşliğinde gazete okuyanları, televizyon seyredenleri görünce, Aras Nehrini aşıp gelen Ermeni mutfaklarında ki yemeklerin kokularını duyduğumuzda içimiz biraz daha burkuldu. Sınırları bizlerin ya da onların (hiç fark etmez ama birilerinin) koyduğunu düşünüp, bir kol mesafesindeki insanlara ne kadar yabancılaştığımızı, her an Aras Nehrine atlayıp karşı kıyıya yüzerek Ermeni iğde ağaçları altında oturan adamı, sanki bir saklanbaç oyununda ebelemiş gibi değip geri gelip Türk iğde ağacında söbelemek istedi canım.
Tabi ki yapamadan bir hayal eşliğinde havada karınca biraz da uyuklayarak Kars’a girmeye başladık.
Son yıllarda Nobel’de almış olduğu için daha da ünlenen yazarımız Orhan Pamuk’un “Kar” romanı elimde Kars’a gireken gözlerim romandaki Karspalas Otelini ve kapı önünde olacağını zannettiğim Ka’nın sevgilisi İpek’i, tiyatrocu Sunay’ın ihtilal yaptığı Millet Tiyatrosunu ve Lacivertin saklandığı zannetim evi arıyordum.
Eylül 2009