Trans Türkiye

Anadolu'yu tren ile geçmek
Nasıl geldik diye sormayın, az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir şekilde Pamukkale de alıyoruz soluğu. İklim ilk defa Pamukkale’nin beyaz taşlarını görüyor.
Pansiyonumuz köyün içinde merkezde bir yerde. Her yer otel ve pansiyon olduğundan hiç çekinmeden gidilebilinecek bir yer Pamukkale.
Sabah iyi bir kahvaltı sonrası bembeyaz taşların içine akan sulara kendimizi bırakıyoruz. "Hadi bakalım, bu sefer ikimiz başlayacağız.” diyor İklim. Uzakta, tepede Hierapolis’in kalıntıları gözümüze çarpıyor. Uzun bir yürüyüş olacak. Kâh pamuk suların içinde, kâh Hierapolis'in Prens & Prenseslere laik sıcak havuzunda akşamı ediyor, suya yansıyan pırıltıları eşliğinde güneşi Pamukkale’nin krater gölleri içinde batırıyoruz.
Sabah içimizdeki heyecan erken uyanmamıza neden oluyor. Bugün uzun bir yolculuğa başlayacağız. Denizli’den İzmir'e, İzmir'den Ankara'ya, Ankara'dan Kars'a tren yolculuğu yapacağız.
Ben İklimden daha heyecanlıyım. Tüm Dünya'da birçok hattı tren ile gezmiş olsam da Türkiye de böyle bir yolculuk yapmamış olmanın ezikliğini yaşıyordum. İnsan hiç kendi ülkesini gezmeden, Avrupa’yı, Asya'yı Ortadoğu'yu Trans eder mi? Yaptım işte... Yoktu ki bu coğrafya da o trans hikâyeleri... Biraz da başka gezginlerin yaptıklarını okuyarak başka cenaplarda gezinmiş olsam da şimdi sıra Anadolu Transındaydı.
Pamukkale'den kısa bir minibüs yolculuğu ile Denizli'ye geliyoruz. Saatimizi tren saatine göre ayarladığımızdan pek beklemeden TCDD'nin Denizli- İzmir treninde aramızda bir masa olan karşılıklı koltuklarımıza yerleşiyoruz. Tabi ki pencere yanı...
Pamukkale'ye uzaktan el sallayıp, Nazilli, Aydın Germencik'in düzlüklerinden ilerlerken karnımız acıkıyor. Baba-Kızız bu sefer. Esra yok. Açıyoruz konserve ton balıklarımızı, yağına ekmeği bana bana yiyoruz... Tabi ki ben yiyorum. İklim elinde bir pat-cips kıkır kıkır gülerek götürüyor çerezleri, neymiş efendim "ton balık sevmezmiş..." Ben de onu yolculuklara alıştırdım zannediyordum. Daha olmamış yani !
Selçuk'un kenarından meyve bahçeleri ile çevrilmiş çok güzel bir vadi içinden geçip 2 saatte İzmir’e geliyoruz. Ankara trenimiz akşamın 6'sında. Önümüzde 1/2 gün ve koskoca bir İzmir var.
Basmahanede trenden inip önce Saat kulesini ve çevresini geziyoruz. Konak'tan vapurla körfezde bir deniz gezintisi yapmak için Karşıyaka’ya gidip-geliyoruz. Martılara simit atmak İstanbul'daki gibi zevk veriyor her ikimize de.
İnternet cebe geldiğinden beri işlerimiz daha kolay. İzmir’de gidilecek bir müze arıyoruz ve Konak’ta Resim ve Heykel müzesini ve Etnografya müzesine dalıyoruz da ama ne yalan söyleyeyim İzmir’e yakıştıramıyoruz.
Hani gelmeden önce pek bir Gavur terimleri ile haşır neşir olmuş bu ilde daha fazla sanatsal etkinlik gözümüze çarpar dedik ama pek karşılaşamıyoruz. Gezindiğimiz müzelerde terk edilmişlik hissi eşliğinde gezip biraz şehir dışına doğru İnciraltında askeri müze olan bir denizaltıyı ve bir savaş gemisini geziyoruz. İklim Denizaltından biraz çekindi. Diğer yandan ufacık iç içe geçmiş yataklar, dip dibe oturulan sandalyeler, ilgisini çekmişti.
Sıcak başımıza vurunca, İnciraltın'da bir uzun selvi ağaçlarının serinliğinde, bir parkta yer minderlerine yatıp biraz dinlenip tekrar Kordon'a dönüyor orada bulunan faytonlar ile Alsancak tren garına geliyoruz.
Bir gece yolculuğu ile Ankara’ya trende gideceğiz. Pek farklı bir heyecanımız yok. İklim kendine oyun olsun diye üst katı kaptı. 2 kişilik kompartımanda yer ayırtmıştık. Oda mobilyaları temiz, yeni ve en önemlisi tren kötü kokmuyor. Yolculuk oyunları oynayarak, Ege’nin ufak bir üzüm türü olan çekirdeksiz üzümün bolca yetiştiği Turgutlu, Salihli vadisi içinden geçip Uşak’a yönlendiğimiz de tüm gün yürümenin yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp tıngır tıngır tak üçlemesi eşliğinde gözlerimizi kapıyoruz. Her ikimizde tüm gece hiç uyanmadan sabahın ilk ışıklarında Polat’lı yakınlarında gözümüzü açıyoruz.
Türkiye’nin içlerine doğru böyle bir yolculuk yapmış olmak sabahın bu serin havasında beni heyecanlandırmıştı. Son 2 gündür canlı ve yemyeşil olan Ege’den kuru bir İç Anadolu coğrafyasına geçiş yapmış olmak Anadolu’nun değişken iklim ve özelliklerini bir sinema şeridi gibi görmek her ikimizde de tarifi zor hisler yaşatmıştı. Uyku sersemliğimizi ben sıcak suya kattığım mis kokulu bir kahve, İklim ise çikolatalı sütü ile gideriyor.
Çok geçmeden kendimizi Ankara’nın garında buluyoruz. Taş ve eski bir bina ama gözümüze çok sevimli görünüyor. Büyük sırt çantalarımız bugün Esra ile geleceğinden 2 günlük eşyalarımızı taşıdığımız ufak sırt çantalarımızı sırtlayıp Anıtkabir'e gitmenin planını yapıyoruz.
İklim’de tabi ki farklıdır ama bu yolculukta içimde biraz da Kurtuluş Savaşımız zamanını düşünerek geçirdiğim anlar oldu. Yunan’ın İzmir’e çıkması, İzmir’den Anadolu içlerine yürümesi, sonra aynı yoldan Mustafa Kemal’in orduları ile onları geri püskürtmesi, bizim yaptığımız bu kısa yolculuğun aynı hat üzerinden olması, bende Atatürk’ karşı bir kez daha hayranlık duygularım kabarmasına vesile olmuştu.
İklim de ise okuldan edindiği bilgiler çerçevesinde Atatürk’ün yaptığı ve bizlere bıraktığı kazanımlarımızı hatırlamak adına bir an önce Anıtkabir de huzuruna çıkıp ona olan saygımızı gösterme isteğimizi arttırıyordu.
Çok vakit kaybetmeden varıyoruz Anıtkabir'e. Hem Anıtkabir müzesini, hem Kurtuluş savaşının hem Çanakkale savaşlarının anlatıldığı müzeyi geziyor hem de Atamızın huzurunda saygı duruşunda bulunuyoruz. Gezerken Mozalenin önünde Asker değişimini en yakından izleyip biraz da askerlerimiz ile gururlanarak gezimizi müzenin hediyelik eşya ve kitaplık bölümünde sonlandırıyoruz.
Sonra ver elini Ankara… Diyeceksiniz ki neresi. Ankara artık bir AVM’ler şehri... Atatürk Orman Çiftliği yok olduğundan bize göre gezilecek tek yer de Kuğulu park olduğundan soluğunu Tunalı Hilmi’ye gelip oralarda biraz turlayıp Ankara’nın meşhur kebapçılarından birinde güzel bir öğle yemeği yiyip Esra’nın ve yolculuk arkadaşlarımız Alpsoley ailesini karşılamak için tekrar gara geliyoruz.
Herkes geldi sonunda... 3 günlük ufak ayrılığın adından tekrar buluşmuştuk. Trenimiz, Doğu Ekspresi treni akşam 19:00’da kalkacağından gene hepimizin ortak hoşlanacağı garın karşında ki Gençlik Parkında göle nazır bir çay bahçesinde semaverde çay içip 1 hafta sürecek gezimizin planlarını tekrar gözden geçiriyoruz.
24 saat sürecek bir yolculuk ile Doğu Ekspresi ile Ankara’dan Kars’a tren ile gideceğiz.  Galiba Denizli, İzmir, Ankara hattı pek bildik ve sık gittiğimiz şehirler olduğundan daha sakin geçmişti ama Doğuya doğru, Sivas'a Erzincan'a, Erzurum'a doğru yol alacağımızdan hem de Agatha Christie'nin Doğu Ekspresin'de cinayet kitabından etkilenmiş olacağım ki bu sefer içimde biraz daha heyecan oluşmaya başladı.
İklim Esra’yı gördüğü için daha mutlu. Benimle gezinmeyi eğlenmeyi seviyor ama Esra ile daha mutlu ve daha eğlenceli bir hayat sürdürüyor. Anne ile Baba farkını hissetmiş olmaktan biraz tırsmış olsam da çok önemsemeden yolculuğumuza gülerek kaldığı yerden devam ediyoruz.
Kompartmanlarımız gene 2’şer kişilik. Anneler çocukları ile ben Mehmet ile kalacağım. 3 kompartmana yayılıyoruz. Vagonda bizden başka 2 yabancı aile daha var. Birisi Türk bir çift diğeri Avrupa’nın farklı ülkelerinden yola çıkmış ama yolda arkadaş olmuş ve Türkiye’yi birlikte gezmeye karar vermiş bir kız ve bir erkek.
Türkiye’de bu görüntüleri gördüğümde seviniyorum. Çocuklarımızın da bunları görerek büyümesi ayrıca hoşumuza gidiyor. Alpsoley’ler de bizim gibi kamp ve hostel hayatından ailecek keyif alabilen ve yattığı yerden çok gördüklerimizden mutluluk yakalayabilen bir aile. Onlarla yolculuk yapmak bize keyif veriyor. Ayrıca 8 yaşındaki İklim’e 6 yaşında arkadaşlık eden Emre ve Esra ile Münevver ile ben ile Mehmet, hepimiz bir birimize arkadaşlık edip yolculuklarımızda ortak paylaşacağımız konular ve zevkler yakalayabiliyoruz.
Vagon İzmir’den geldiğimiz gibi. Yeni, temiz ve en önemlisi kötü kokmuyordu. Gerçi ilerleyen zamanlarda trende gezinirken, koltuklu bölümlere geçtiğimizde bir gecenin sonunda koltuklarda uyuyanların yaydığı olumsuz kokuları söylemeden edemeyeceğiz. Geçen sene Rusya’da yaptığımız Trans-Sibirya yolculuğumuz sırasında günlerce aynı kompartmanda kalınmasına rağmen hiç kötü koku duymadan geçirdiğimiz tren yolculuklarını düşündüğümüzde bu ülkenin insanını yediği yemekten ve sıcaktan dolayı vücudumuzdan çıkan ter kokuları maalesef pek de aynı olmadığını kokulardan anlayabiliyoruz.
Ama gene de olsun bu da bir görgü ve çevremizi tanımaktır deyip azıcık da burnumuzu kapatarak yolculuğumuza devam edebiliyoruz.
Sabah Sivas’a yakın uyanıyorum. Bizimkiler uyuyor. Bu yolculukta arada hiç bir şehirde inmeden Kars’a kadar gideceğiz. Neyse ki daha önceki gezilerimizden bu illerin hepsini görmüştük.
Gerek Sivas, gerek Erzincan hoşumuza gitmiş ve görmekten gezmekten keyif aldığımız iller arasına girmişti. Ancak bölgede en önemli il olan Erzurum başlı başına bir turizm potansiyeline sahip. Gerek tarihi gerekse kış aktiviteleri gerekse doğal güzellikleri ile gezmek için birkaç günden daha fazla vakit ayırması gereken illerin başında gelmekte.
Daha öncelerden bunu yapmış olmanın iç huzuru ile hepsinin tren garlarında birkaç dakika duran trenimizden inip gardaki çeşmesinden bir yudum suyunu içip tekrar yola koyuluyoruz.
Yol üzerinde bizi en çok etkileyen Erzincan- Tunceli tarafında geçit veren dar Fırat Vadisi. Fırat buralarda çok ufak. Bebek dere şeklinde. Aşağılarda ki o heybetinden eser yok. Cılız ama suyu gene koyu. Hani ileride büyüyüp, yağız bir delikanlı olacağını haber veriyor gibi. Ancak yol boyunca bir askeri araç eşliğinde giden trenimiz bölgenin pek de endişelerden uzak olmadığını bizlere hissettiriyor. Erzincan düzlüğüne kadar bizimle birlikte seyahat etmesini ülkemizde ,sorunlu bölgelerde yaşanan zorlu yaşamları anımsamamıza neden oluyor.
İkindi vakti Erzurum’a geliyoruz. Vadi geçişlerimiz ve coğrafi gözlemlerimizden çok mutluyuz. Türkiye’yi baştan sona geçerken ülkemizin farklı coğrafi etkiler altında yaşayan farklı insan topluluklarının olduğunu gözlemlememiz bize mutluluk veriyor. Tabi her vatandaş gibi biz de  tren lokantasında çay ve kahvemizi içerken biraz siyaset yapmayı ve ülkemizi kurtarmayı da ihmal etmiyoruz.
Akşam üzeri günün ışıklarının yatay vurduğu saatlerde Sarıkamış vadisine, sonsuz çoğunluktaki çam ormanlarına dalıyoruz. Nefes almamız değişti birden. Havada oksijen fazlalaştı. Ağustos ayında üşümeye de başladık hani. Havanın, iklimin bu değişkenliğine biz de kendi İklim’imize takılarak katkı sağlıyoruz. Bizimki hiç oralı olmuyor...
Sarıkamış vadisinde, 100 yıl önce ölen şehitlerimizi ve onların hatıralarını anarak geçip akşam, hava tam kararmak üzereyken Kars’a geliyoruz.
Muhteşem bir yolculuk, muhteşem bir coğrafya ve iklim değişikliği eşliğinde yaşadıklarımızın etkisinden kurtulamadan, bu seferde Kars’ın kültür şokunda buluyoruz kendimizi.
Gece rüyamızda geçtiğimiz yerleri, yolculuğumuzu bir kere daha yaşıyoruz.
Kars’a bizim ikinci gelişimiz. Bir şehre ikinci defa geldiğimizden ( Kars gezimiz: http://blog.milliyet.com.tr/kars-sokaklari/Blog/?BlogNo=211129) görmek için değil de koklamak özümsemek için gezindiğimiz den hiç acele etmeden çarşılarında geniş ve düz caddelerinde öğlene kadar yürüyoruz. Kars evlerinin güzelliğine caddelerdeki heykellerine ve tabi ki Kars kaşarına hayranlıkla bakınarak geziniyoruz.
Öğlen, bu sefer gitmediğimiz bir yöreye, Çıldır gölüne ve ardındaki Ardahan’a doğru yola çıkıyoruz. Kars ovası büyük ve tahıl deposu. Çıldır gölü bu ovanın sonunda muhteşem bir görüntü veren, bizleri kendimiz İsviçre Alplerinin eşliğinde olduğumuzu hissettiren bir göl. Tabi yörenin kazı ve balığı tüm bu güzelliklere ayrı bir lezzet katıyor.
Her ne kadar, Kaz kışın yağlı iken yemek gerekirse de gene de buralara kadar gelip tadına bakmadan olmaz. Balık ise ayrı bir lezzet.
Çıldır gölünün donduğu ve üzerinde paten yapıldığı zamanlarda da gelmek için kendimize söz verip Ardahan’a konaklayacağımız otele de soluğu alıyoruz.
Ardahan ufak. Ancak bölgenin kalkınmasında yardımcı olacağını düşünüldüğünden bölgenin süt ve süt ürünlerinde etkin olan endemik bir bitki örtüsünü de incelemek üzere bir Üniversite kurulmuş. Ertesi gün şehri, kalesini ve çarşısını gezerek Şavşat Vadisi’ne doğru yola koyuluyoruz.
Ardahan’dan çıktıktan sonra birden dik bir vadiye girip sanki yuvarlanan bir top gibi aşağıya düşmeye başladığımızda, o koskoca Kars ovasının ne kadar yüksek de olduğu aklımıza geliyor.
Karadeniz havzasına girdiğimiz o andan itibaren kendimizi Alice Harikalar Diyarı’nda gibi hissedip bulutların arasından düşerek aniden değişen, yeşeren ve yağmuru da birlikte getiren iklim karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Kısa bir yolculukla Şavşat Vadisi’nin Karagöl’üne geliyoruz. Ve bir yere kıpırdamadan, etrafımızı seyrederek, ufak yürüyüşler yaparak zamanımızı geçiriyoruz.
Ertesi gün gezimizin son 3 gününü geçireceğimiz eski adı ile Macahel, yeni adı ile Camili’ye yani kışın Türkiye’ye geçit vermeyen vadileri nedeniyle Gürcistan’ın bir köyü gibi yaşamlarını süren Türk Gürcü köylerin yan yana yaşadığı Macahel'e geliyoruz.
Burası TEMA’nın Kraliçe Arı yetiştiriciliği yaptığı ve Türkiye’nin doğası en bozulmamış köyü. Gerçi artık yol yapılmış ve bizler gibi 2. veya 3. defa gelenler yüzünden yakında bu bölgelerde de turizm canlanınca Ayder yaylasının kötü görüntüsüne döneceğini düşünmekteyiz. Hani bir de çevreyi katletmeden bozmadan yaşamaya alışsak bunu öğrensek demeden edemiyoruz.
Macahel'e yol gelmiş ama biz biraz daha ileriye şimdilik yol olmayan İremit Köyüne gidip orada 3 gün kafa dinliyor, Karadeniz yemekleri yiyor, mısır ekmeği, karalahana ve mıhlamanın üzerine mis ama mis gibi ballarını yudumlayarak vaktimizi geçiriyoruz. Bol bol kitap okuyoruz. İklim ile Emre kendilerine Karadenizli arkadaşlar buldular ve onlarla dik yamaçlarda koşturmaca, yakalamaca ve çelik çomak, çiçek toplayıp taç yapma gibi basit ama eğlenceli oyunlar oynuyorlar. En komiği de Karadeniz şivesi ile konuşan arkadaşlarının söylediklerini bazen anlamamaları ve yanımıza koşup bize sormaları oluyordu.
Son gün hızlı bir yolculuk ile Trabozon’a yollanıyoruz. Tabi ki Rize'nin Pazar ilçesinden geçerken o meşhur kuru fasulyesinden yemeği ihmal etmiyoruz.
Artık yorulduk… Uzun bir uçuş ile, 10 gün önce Batısından başlayıp en Doğusuna geldiğimiz Türkiye’nin tekrar en Batısına gitmek için uçağa atlıyoruz. Ve ver elini Bursa deyip yeni gezi planları yaparak evimize dönüyoruz.

Ağustos-2014