Anadolu'nun Avrupa kapısı Edirne
Trafik çok sıkışık… Bazı anlarda birkaç dakika kımıldamandan duruyoruz. Bir zamanlar bir çift atın çektiği at arabasının anca geçebildiği 2’şer şeritli, geliş-gidişli bulvarda adım adım ilerliyoruz.
Artık eskisi gibi “lak-lak” nal sesleri çıkaran at arabaları da olmayınca, korna sesleri ve birbirine bağıran insanlar arasından İstanbul’u çevreleyen surlardan Edirnekapı’yı geçerek Edirne ye doğru yol alıyoruz.
Artık eskisi gibi “lak-lak” nal sesleri çıkaran at arabaları da olmayınca, korna sesleri ve birbirine bağıran insanlar arasından İstanbul’u çevreleyen surlardan Edirnekapı’yı geçerek Edirne ye doğru yol alıyoruz.
Yolumuz bu sefer çok uzun değil. 250 Km… Artık İstanbul, eski şehri çevreleyen sur sınırlarını aşalı çok 10’lu yıllar olduğundan önümüzdeki 100 km boyunca Avrupalılaşmışlığımızın ilk göstergelerinden olan bazı yerleri yamalı otoyol üzerinden, Edirnekapı da ki kadar olmasa da ona yakın sıkışık bir trafikte ilerliyoruz. Yol üzerindeki İstanbul’un yeni yerleşim yerlerinden Bahçe şehir, Çatalca, Silivri hattı, gökdelen tarzı yeni yaşamlarla dolu olduğu için pek nostalji hissedecek ya da sağımız solumuz çıkmaz bir otobanda giderken de yol üzerinde ne var, neler yaşarız diye düşünecek halimiz de olmuyor.
TEM yolundan gittiğimiz için bugün üzerinden geçmesek de Edirne’ye ulaşmak için 500 sene önce Mimar Acem Ali’nin Küçükçekmece, Mimar Sinan’ın da Büyükçekmece gölünün denizle bağlantı yaptığı delta üzerine inşa edilmiş köprüleriyle ile geçenlerde taşan Silivri deresi üzerine Kanuni’nin Zigetvar seferi için Mimar Sinan’a yaptırdığı söylenen 350 metrelik köprüleri düşünüyorum. Yüzyıllar önce bugünkü kadar sık kullanılmayacak olunmasına rağmen sağlam yapılan yapıları, üzerinden geçtiğimiz viyadüklerin daha şimdiden çatlamış asfaltlarına bakarak mukayese ediyor, 100 sene sonrasına kalacağından kuşku duyarak TEM otoyolu üzerinden 2 saatte Edirne’ye ulaşıyoruz.
Edirne’ye birkaç giriş olsa da merkeze direk iniş yapabileceğimiz, Lalapaşa yolu üzerinden giriyoruz. Romanların çoğunlukta olduğu Menzil Ahir Mahallesinin yanından geçip giderken yılan gibi kıvrılan, birçok yerleri delik deşik bir asfalt yoldan şehre bu şekilde girmeğe ne bir imparatorluğa başkentlik yapmış Edirne’ye ne de Batı’yı kendine hedef edinmiş olmasına rağmen Anadolu’nun batı şehirlerinde bile bu standartlara ulaşamamış yerel yönetimlere yakıştırabiliyorum.
Selimiye Caminin heybetli görüntüsüne bakarak ilerlerken Ulu cami karşımıza çıkınca şaşırıyoruz. Otelimize gitmek için sağ saptığımızda, İpek Yolunun vazgeçilmezlerinden olan 102 odalı Rüstem Paşa’nın yaptırdığı kervansaray solda kalıyor. Karşımızdaki Ali Paşa Kapalı Çarşısı ile sağımızda kalan Burmalı Camiyi (Üç şerefeli de denir) geçerek otelimizin bulunduğu, bugün kaldırım üzerine paralı olarak araç park edilebilsin diye tek yönlü trafik ile yönlendirilmiş Maarif caddesine sapıyoruz.
Edirne’yi Edirne yapan tüm dini ve kültürel mekânların hepsi bir arada toplanmış... Eski zamanların örf ve adetlerinde dip dibe mekânlar yaparak yaşanmış bir hayat biçimi olduğu görebiliyoruz. Etrafta bunca geniş alan olmasına rağmen bir yüzü sokağa, diğer 3tarafı ya başka bir cumbalı eve ya da bir cami duvarına yaslanmış evlerdeki iç içe hayatlar, yaşamları bir arada yaşayarak yakınlaşmaya mı yoksa dıştan gelecek güçlere karşı içimizde oluşmuş korkuları yenmek için mi oluşturulduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Yollar eskiden de Edirnelilere yetip yetmediğini bilemiyorum ama bugün yetmediğine kesin… Klakson sesleri eşliğinde otel kapısı önünde alel acele iniyoruz. İklim yolda eğlenmenin keyfi ile buraya kadar uyumadığından gözlerinden uyku akıyordu. Bir an önce ünü Van’a kadar ulaşmış Edirne ciğerini yemek için kendimizi Ali Paşa Kapalı Çarşının arka sokaklarında ki meşhur Edirneli ciğerciler sokağına atıyoruz.
Eskilerde Edirne’de ne hayvancılık varmış ne de kasapçılık… Ama 14.yüzyılda başlayıp 15.yüzyılda başkentlik İstanbul’a geçinceye kadar dönemin Osmanlı Padişahlarına, daha sonraki yüzyıllarda da İstanbul’a Veliaht yetiştiren bir şehir olarak burada yaşayan saray erbabına, besi olsun diye yedirilen ciğerlerin metnini artık bilmeyen yok.
Karnımızın açlığına daha fazla dayanamayıp, her biri içine 3 masa ve 7-8 sandalyeden fazlası sığmayan, tüm duvarları bembeyaz fayanslarla kaplı, sokağa bakan pencerelerine kar gibi beyaz tül peredeler asılmış ufacık ciğerci dükkânlarından birine yöneliyoruz. Yan yana aynı işi yapan esnaflar, ortalarda dolaşan müşterileri kendilerine çekmek için esnaflık icabı gerekli düzeyde çığırtkanlık yapıyorlar, ancak müşterinin beyninde bir tercih yaptığını hissettikleri anda da komşularına giden rızkı kıskanmadan neşeyle kendi aralarında sohbete devam ediyorlardı. Hayattaki bu rızkın dağılımı çok hoşuma gidiyor ve tanık olduğum her defasında da içimi titretiyordu. Müşteriyi kapmış olanın yüzünde parıldayan gülümsemeye bizde bir tebessümle cevap verip lokantanın içine giriyoruz.
Lokantanın duvarlarında onlarca tanınmış kişilerin ciğer yerken çekilmiş fotoğrafları asılıydı. Ufak bir tezgâha konmuş geniş ve yüksek alevler çıkaran sacayaklı bir ocak üstünde eskilerin lokma kızarttığı kazanların biraz ufağının yanında, patates cipsi kadar olmasa da ona yakın incelikte dilimlenmiş yassı ciğerler duruyordu. Daracık dükkânda ne bir kızartma kokusu duyuyoruz ne de bir duman. Bizi kapıda karşılayan çırak, fotoğraflara baktığımızı görünce ustası Niyazı Usta’yı tanıtmak istercesine televizyonlarda oynayan Süper Star yarışmasındaki Bülent Ersoy ve Çağlayan’a ciğer pişirdiğini bir çırpıda söyleyiveriyor. İklim, keyfi yerinde değil ise köfte ve pilav dışında bir yemek yemediğinden biz de her gittiğimiz yerin özel köftesini İklim’e özel pişirdiklerini söyleyerek ona yedirdiğimizden, Niyazı Usta İklim’e de ufak bir tabak Edirne köftesi (o kadar yalan olacak artık) yaptı ama bizimkisi birkaç lokma alıp masada uyuya kaldı. Bizler de ona zorla yemek yedirme derdi yaşamadan, evlerde yapılan ciğerleri hem bu kadar ince kesemediğimizden hem de buradakiler gibi kuvvetli alev sayesinde kızartma yağını 130 ºC’ye çıkartamadığımızdan sadece Edirne’de yendiğinde keyifli olan incecik, çıtır çıtır ciğerleri ve yanında getirilen tarifi imkânsız lezzet de ki kızarmış kuru acı biberleri bir çırpıda midemize indiriyoruz.
Zaman içinde Anadolu’da yaşayanlar da Batı tarzı turizmi keşfettiğinden geçmiş kültürlerinde etkin olmuş, kendileri kullanmasa da Ağa dedikleri, Paşa saydıkları, Baba olarak gördükleri Saray Erbabının yaşam sitillerinin bir parçası olan özellikleri pazarlamayı iyice öğrenmişler. Padişah yemeği “Yağ tutmayan kızartma ciğeri”, haremlerinin baş viagrası “Badem ezmesi”, Saray hamamların parfümlü temizlik aracı “Renkli meyve sabunları” artık buradaki esnafın vazgeçilmezi olmuş.
Dakikalar sonra lokantada çıkıp yan sokaktan girdiğimiz Ali Paşa Kapalı Çarşısında buz gibi havada dolaşırken bile ciğercide yediğimiz kızarmış kuru acı biberin etkisiyle sac diplerimizden çıkan terler bazen ense kökümüzden bazen şakaklarımızdan akıp gidiyordu.
Bugün arifeydi. Kapalı Çarşıda tahmin ettiğimizden daha az insan dolaşıyordu. 16 yüzyılda en heybetli zamanını yaşamış Kanuni döneminde yapılan kapalı çarşıda ki 130 dükkân artık eskisi gibi yerel halka pek de hizmet etmiyordu. Birkaçı renkli meyve sabunları ile dolu hediyelik eşyacı, birkaçı kuyumcu, birkaçı da deri ürünleri satanlar dışında çoğu giyim eşyası satan ama müşterisi de çok da olmayan dükkânlardan oluşmuştu. Bir baştan girip diğer başından çıktığımız 6 kapılı, 300 metrelik çarşının yanındaki sokak üzerine kurulmuş vitrinlerinde bu yılın ürünleri %50 indirimle satılan LC Waikiki, Benetton, Collezion, Levis’s gibi giyim mağazalarının yanı sıra yan yana sıralanmış Turkcell, Vadafon, Avea, İddaa, Milli Piyangocuların ve sokakta bir köşe kapmış süt mısır satıcılar ile mangalda kestane pişirenlerin arasında sokakta dolaşan Edirnelileri gördüğümüz de hangi yaşantının gerçek bir tiyatro sahnesi olduğunu düşünmeye başladık. Bizi bize anlatmaya çalışan boş Ali Paşa Çarşısı mı, bizim olmayan ama öğrenmeye çalıştığımız yeni dünyayı tanımlayan, alışveriş için trafiğe kapatılmış cıvıl cıvıl renkli ışıklarla donatılmış Saraçlar caddesi mi?
Karnımız tok, sırtımız da pek olunca zamanın bölgedeki ilk ve en büyük hastanesi olan II. Beyazıt Külliyesine gitmek için Edirne’yi çevreleyen Tunca, Arda ve Meriç nehirlerinin üzerine kurulu sayıları 10’u geçen köprülerden en eskisi olan Bizans İmparatoru Michael adına 12 yy’da yaptırılmış köprü üzerinden geçip sağa saptık. Tunca bu sefer de hızlı akıyordu. Daha önceki gelişlerimde Tunca ve Meriç taşıp çevredeki birçok yerleşim yerini sular altında bıraktığını gördüğümüzden biraz endişelendiysek de neyse ki bugünlerde hava yağışları olmadığından içimiz rahattı.
15 yüzyıl Avrupa’sı engizisyonun sorunları yaşarken kilise akıl hastalarını tanrı inancı dışında olduklarından tanrının delirttiğini öne sürerek bazen onları yakar bazen de halka ibret olsun diye sokaklarda dolaştırılırken, Anadolu’nun Avrupa’ya ulaşmaya çalışan bu bölgelerinde, ruhsal bozuklukları tedavi ettirecek bir akıl hastanesi kurulmuş olması ne kadar manidardı! Bugün hemen hemen hiç birimizin adını dahi duymadığı, bazıları 1 tek eserden oluşmuş, bazıları zamanın Padişahları tarafından yaratılmış 400’ün üzerindeki makamlardan birkaçı bu mekânda çeşitli hastalıkları iyileştirmede kullanılıyordu.
Bugün, sentetik ilaçlardan umut bulamayan doktorların ve amansız hastalıklardan kurtulmaya çalışan çaresiz hastaların kendilerini iyileştirmek için yaptıkları tek şey olan kendi benliğine dönüp ruhunun vücuduna hükmetmesini sağlayacak bir yaşam biçimi içine girmesi değimlidir? Bu yolda da yürümesi için beynini yönlendiren ruhunu kulakları ile doyuracaksa müzik, gözleri ile doyuracaksa resim, burnu ile doyuracaksa doğadaki bir koku, elleri ile doyuracaksa bir hobi ile uğraşarak ulaşmaya çalıştığı ruhsal tatmini yüzyıllar önce nasıl doldurulacağı biliniyordu da bugünkü koşturmaca içinde bunlar nasıl da unutul muştu?
Rast’ın felce, İsfahan’ın zihin karışıklıklarına, Zirefgent’in eklem ağrılarına, Büzürk’ün ateşli, Zengüle’nin kalp, Hicaz’ın idrar yolu hastalıklarına, Uşşak makamının ise karaciğer ve mide sorunlarının tedavinde kullanıldığı bir şifahathaneyi gezerken bu makamların ne kadar bilimsel olduğu kanıtlayacak halim yoktu ama ortama bir sis gibi yayılan Segâh makamı eşliğinde 15 yüzyıla doğru yaptığımız 1 saatlik yolculuk sonunda ne derdim kaldı ne de tasam…
Beynimiz mi boşalmıştı, yoksa çok mu yorulmuştuk bilemiyorum. Hiçbirimiz konuşmadan arabaya bindiğimizde ruhumuzun gerçek ihtiyacının ne olduğunu unuttuğumuz binlerce saat olduğunu hatırlayıp, kulaklarımızda tınısı hala devam eden makamlar eşliğinde otelimize gidip huzur dolu bir ikindi uykusu çektik.
Birkaç saatlik kestirmece sonrasında gene yollara döküldük. Yarın Kurban Bayramı… Sokaklar, kurban telaşı öncesinde iyice boşalmış. Bir kasetçi dükkânından yayılan roman türküleri kulağımızda yankılanırken etrafımızda neşeyle dönen 2 çocuk beliriyor. Siyah pantolonu üzerine giydiği siyah ceketi ve beyaz çorapları ile uyumlu gömleğinin beyaz yakaları mor bir kazak içinden dışarı sarmıştı. Çivit mavisi montun altından dışarı fırlamış kırmızı hırkasıyla bayram öncesinin heyecanını yaşayan 8-9 yaşlarında kız ile erkek kardeşi, karşı bankta oturan annelerinden çok da uzaklaşmadan kasetçi dükkânı önünde çalan roman havası eşliğinde göbek atar gibi bir halleri vardı.
İklim etrafı daha iyi görmek için seyahat ettiği omzumdan, aşağıda bir birleriyle dans eden yaşıtlarını görünce ayaklı tahtından inmeye karar verdi. Kafasında kukuletalı şapkası ile oda başladı göbek atmaya. Etrafta toplanmaya başlayan birkaç aile gülücükler yaysa da dans eden çocukların etrafına doluşan kalabalık, çocukluğumda sokaklarda ayı oynatanları getirdi aklıma. Adam bir eliyle ayının burnuna geçirilmiş bir halka ucuna bağlı demir zinciri ve yarım metre çapındaki tefi tutarken diğer eliyle de tefin kirli derisine vurdurarak tok bir ses eşliğinde hem kendisini çevreleyen mahalleyi hem de ortadaki ayısı Fadime’yi galeyana getirmeye çalışırdı. Hiç gereği yokken bir tını duyduğu için babasının yanında dans eden kara kuru küçük çocuklar gözümün önünde canlandı. Her zaman biraz vurdumduymaz ama yaşamaya dair ince anlamlar taşıyan, yaşamı ve hayatı her şeyin önüne alabilen Romanların yaşantılarından imrenerek bahsetsek de hiçbir zaman şu kısa yaşam sürecinde onlar gibi olamadığımızdan hayıflanarak geçiririz günlerimizi… Birkaç dakikada olsa yaşantımıza boş vermişliği ekleyerek sokaklarda dans edenleri izleyip, şarkının bitmesiyle durulan çocuklar hepimizde bol bol gülücükler oluşturmuştu. Gençlik yıllarımda oynadığım Kırklareli ve Üsküp folk danslarında köçeklik ettiğim günlerin aklıma gelince biraz da bizim ufaklığa biraz bulaştırdığımı hissedip, açıkçası mutlu oldum.
Kendimizi biraz Endülüs sokaklarında, biraz Buda-Peşte’nin bir parkında dolaşırken gibi hissediyoruz. Tanıdığımız diğer Romanlarla aynı soydan gelen bu 2 ufak arkadaşımıza iyi akşamlar dileyip, Selimiye camiine doğru yürümeye başladık.
Artık hava kararmıştı. Gece ışıl ışıl aydınlanan cami minarelerinin heybetli görüntüleri altında Selimiye arastasına (camii önündeki çarşı) giriyoruz. Yer yer renkli ve hoş kokulu meyve sabunları yanı sıra yan yana dizilmiş işlemeli havluları kapısı önüne yaymış ve bir arasta olduğu için olsa gerek birçok dini kitaplar satan dükkânlarla karşılaşıyoruz.
Her anımızda insan olduğumuzu ve bizi yaratan gücü içimizde hissederek yaşasak da böyle mistik ortamlar bizleri biraz daha kendi kendimizi düşünmeye olanak sağlamaktaydı. Hiç çekinmeden bir kitapçıdan içeri girip hepimiz bir kitap karıştırmaya başladık. Artık bu tür kitapçılar da sadece Kuran’ın mealleri ve tasvirleri satılmıyordu. Cami altında Andersan’dan masallar bulunmayacağından “Keloğlan nasıl namaz kılardı?” dan tutunda, “Ahmet bayramda nasıl davranır?”a kadar bir sürü dinsel yaklaşımlı çocuk hikaye kitaplarından birini İklim eline alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Bizlerde kolay karıştırılsın diye her kitapçı da bir masa üzerine serilmiş kitaplardan “İslam’da kadının ve erkeğin birbirlerine karşı görevleri” gibi toplumu dinsel acıdan etkileyerek yönlendiren eğitici kitapların yanı sıra “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”un bu dünya aşkları ile Tasavvuf edebiyatımızın birçok ünlü yazar ve düşünürün Allah aşkını anlatan kitaplarını karıştırarak kitapçıda birkaç çeyrek dakika geçirdik.
Yarını sabah erken kalkıp Bayram namazına gideceğimizden, kitapçıda çevirdiğimiz sayfalardaki ahret ile bu dünya arasında kurduğumuz bağlantıları hem düşünüp hem de birbirimiz ile sohbet ederek salına salına otelimizin yolunu tuttuk.
Ertesi sabah Bayram namazı için soğuk bir Edirne sabahında Selimiye camiinin sisle kaplamış bahçesinden içeri giriyoruz. Biraz ürküyorum karşımdaki bu büyük yapıdan. Selim’in bu camii nasıl yaptırdığını düşünüyorum.
Şiir yazan, makam yaratan, duygusal yaşamını her olgunun önünde tutan Selim, acaba babası Kanuni’nin ölümü duyulmadan Padişah olabilsin diye Zigetvar seferi dönüşünde ölen babasını ve İstanbul’a dönen orduyu Belgrat’a gidip karşılamaya kendisi mi karar vermişti? Yoksa her dönemde oldu gibi toplumları ve devleti perde arkasında yönetmeyi iyi beceren vezirlerden Sokullu Mehmet Paşa’nın, diğer Padişah adaylarından daha uysal ve duygusal olduğu için daha kolay yönlendirilebilir bir kişi olduğundan Selim'e yaptığı emir gibi davete, Selim gidememezlik edemeyip, öldürülme korkusuna yenik düştüğü için mi gitmişti? Ya da yaptıkları romanlara, tarih araştırmacılara konu olmuş hınç ve düzenbazlıkların olduğu bir dünyada hayatta kalmaya çalışırken, öncelikli olarak oğullarından Bayazıt'ı Padişah olarak görmek istese de kendisi Valide Hatun olabilmek her iki oğlunu da bu hedef için yetiştirmiş Başkadın Hürrem Sultan'ının yönlendirmelerinin bir sonucu muydu tam bilemeyeceğim ama Mimar Sinan gibi bir deha da aynı dönemde yaşamasaydı ne devlet yönetiminin dalavereleri, ne kardeşlerin boğdurulması ne de 15 milyon km2’ye ulaşmış Osmanlı İmparatorluğunun büyüklüğü, İslam alemini aşmış bu şaheseri yaratamazdı.
Tarihi yazanların yarattıkları Edirne’de gezinirken bir yandan Osmanlı Devletinin oluşum ve yönetim şekline hayıflansak da bir yandan da Edirne’nin en yüksek tepesine kurulmuş Selimiye Cami bence ne hak ettiği ilgiyi görebiliyordu ne de hak ettiği kadar insan tarafından ziyaret ediliyordu.
6.000 kişilik camiden içeri girince caminin yarısı dolu olsa da bir sessizlik her tarafımı kapladı. Her santimetre karesi işlemeli, 44 metrelik ana kubbesi altında dururken evredeki bir toz zerreciği gibiydim. Ana kubbe altında evrenin sonu görünmeyen en sağ ucundan sonu görünmeyen en sol ucuna doğru başımı sela verir gibi çevirdiğim de yaşadığımız yaşantı içinde verdiğimiz bazı zorlu mücadelelerin he kadar küçük konular olduğunu hissedip koca galaksi de uçuşan bir tüy gibi kendimi hafif hissettim.
Müezzinin sesini takip edebiliyordum. Ses önce ağzından çıkıyor bir X ışını gibi vücuduma giriyor, ruhumu titretiyor, sonra acele etmeden tüm caminin içinde yavaşça yayılıyordu. Ardında da kubbe köşelerinde ki mermer toplara ve duvarlar üzerindeki bir karınca yuvasının yanlışlıkla dağılmışta binlerce karıncanın etrafta koşuştururken kum üzerlerinde bıraktıkları ayak izlerinin yarattığı zariflikteki işlemelere çarpıp yankılanıyor ve vücudumu bir kere daha delip geçerken ruhumu tekrar sarsıyordu.
Başka hiçbir camide duymadığım bir hisle bayram namazının hutbesini dinleyerek güne başladığımızda, Osmanlı’yı saran gizim gibi tüm Edirne’yi saran sis hala kalkmamıştı. Camiden dışarı çıkarken 15 yüzyılda Avrupa’ya açılmaya çalışan Osmanlı İmparatorluğunun bir güç gösteri olarak Anadolu girişindeki en yüksek tepeye yaptırılan bu muhteşem yapıyı, şiir yazan duygusal bir Padişahın sadece kendi isteği ile toplumları yönetmek için ya da Osmanlı’yı dünyaya tanıtmak için yaptıracağı hiç aklıma yatmıyordu.
Tüm aile fertleri ile Bayramlaşmamızın ardından zamanında eski saray halkının yaşadığı, 17 yüzyılda Rusların saldırıları sonucu ele geçirilmesin diye tüm cephanelik havaya uçurulunca ortadan kaybolan Osmanlı’nın Edirne’de ki Saray kalıntılarına üzerinde bir tur atıp bir kemer girişi dışında hiçbir şey görmeden Karaağaç bölgesine doğru yola koyulduk.
Yol üzerinde kimselerin bilmediğinden olacak pek de ziyaret edilmeyen, Darül Hadis Medresesi ve Camisi vardı. Kitaplara baktığımızda geleceğin Padişahları yetiştiren bir eğitim hane olduğu söylenen bu ibadethane aynı anda sınırları cihana yayılmış Osmanlıyı yönetecek, toplumlara hükmedecek ve tek başına karar alma istekleri artan Padişahların, Osmanlı kanı akmasın diye ipek urganla boğdurulan Padişah Kardeşlerinin yattığı bir mezarlıktı.
Fatihin aldığı bir kararla (Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katl etmek münasiptir. Ekser ûlema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar) öldürülen bu kardeşlerin yattığı yerde her gün babalarının ya da dedelerinin kardeşlerinin mezarları yanına ders alan gelecek kuşakların Padişah adayları ne kadar psikopat ya da ne kadar doğru karalar verebileceğini varın siz düşünün artık
Önce Tunca köprüsü ardından da II. Mahmut döneminde 19 yüzyılda taş köprü olarak yapılan Meriç köpründeki Tarih Köşküne kadar yürüyüp bizlerde birer anı olsun diye fotoğraf çektirdik. Her kışta yağan yağmurlar ile her an taşma emareleri gösteren Meriç nehrinden çift tarafı Karaağaçlarla çevrili şimdiki adıyla Lozan caddesi üzerinden geçmişteki Orestia Antik kentini barındıran Karaağaç mevkiine doğru gittik. Karaağaç mahallesi içindeki bir zamanların tren istasyonu şimdilerin Trakya Üniversitesini Rektörlük binasıyla eskiyi günümüze taşıma potansiyeli çok yüksek bir mahalle olmasına karşın biraz ilgisizlik, biraz da “Boş ver bre abey” diyerek günlerini geçiren Rumelilerin yaşadığı tek katlı evlerin olduğu çok şirin bir mahalle… Biz bir bu sokak bir o sokak derken kendimizi sınır kapısı yolunda bulunca hadi buralara kadar gelmişiz deyip birkaç km ilerdeki Yunanistan’a sınır olan Pazarkule sınır kapısına kadar gittik.
Kapıda durduk kaldık… Bakındık ileride ki Meriç nehri üzerine kurulmuş sınır köprüsüne. Bir şans eseri geçen bayram İran’a sınır olan illerimize yaptığımız gezimizde Doğubayazıt sınır kapısında başlayan sınır gezilerimiz burada sonlanınca bir yandan ülkemizi bir baştan bir başa geçmişliğimize sevindik ama biraz da sonlandığı için hüzünlendik. Sınırları hissedince de birazda kızdık dünyanın ayrımcılığına. Birazda bizleri yönetenlere... Biraz da kendimize… Bir türlü dünya ile anlaşamamışlığımıza…
Bugün ecdatlarımı okuduğumda ya da yaşantılarını gözlememek için yaptığım yolculuklarda karşıma çıkan bu ikilem, birbiriyle anlaşamayan topluluk davranışlarını Anadolu topraklarının hemen hemen her yerinde gözüme çarpıyordu. Bu topraklarda yaşayanların yüzyıllardır kendilerini yönetenlerle, yönetenlerin yönettikleri halk ile bir türlü anlaşamadığının binlerce örneğini birbirimize anlatarak evimizin yolunu tuttuk.
Kasım2009