Kars sokakları
Ani-Erzurum kavşağından geçerek girdiğimiz sönük ışıklarla aydınlanmaya çalışan Kars sokakları, bir kara delik gibi bizleri şehrin içine çekiyor.
Dar ve karmaşık sokaklardan ilerleyerek Faik Bey Caddesine giriyoruz. “Kar” romanın başkahramanlarının kaldığı Karspalas otelini görecekmişim gibi cadde üzerindeki ışıklı mekânlara ya da ara sokaklarda yanan tabelalara bakınıyorum. Bayramın ilk gününün gecesi olduğundan sadece neon ışıklı tabelalar yanıp sönüyor. Sokaklar ise bomboş. Kısa bir sürede caddeyi bitirip yolun sonundaki “Yeni Köprü” üzerinden, kışın sık sık donan, ileride Ermenistan sınırımızı oluşturan Arpa Çay ile birleşecek Kars Çayını geçip otelimize geliyoruz.
Hem saatin geç olmasında hem de soğuğun etkisi ile karnımız da aç olunca, yörenin yumuşak ve leziz etlerinden yapılmış çeşitli sebzelerle bezenmiş kavurmayı, Ramazan ayını da geride bıraktığımızdan, yorgunluğumuz hafifletir diyerek birer duble rakı eşliğinde yiyoruz.
Bu ferah iç mekân ve ev yaşantısından görebildiğim küçük bir kesit, sokaklarda ki heykeller, temiz kaldırımlar, gelmeden okuduğuma göre tiyatro seyircisi en yüksek kentlerimizden biri olma özelliğini oluşturan kültür seviyesi yüksek bir toplumun, Kars’ın en azından merkezinde yaşadığının göstergesiydi.
Altı yıl öncesine kadar özel izin almadan kimsenin gezip görme şansının olmadığı, fotoğraf çekmenin yasak olduğu hepimizin korkulu rüyası Ermenistan sınırındaki bu antik kent, Huriler tarafından kurulduktan sonra Urartuların yaşadığı, ardından Karakoyunluların ele geçirdiği, daha sonradan Akkoyunluların kuşatarak aldığı, onlara da yar olmayıp Asya’yı beğenmeyip kendine Anadolu’yu yurt edinmek için bölgeden geçerken Selçukluların ele geçirdiği, ardından Osmanlı’ya geçmiş olsa da kendilerine Batı’yı hedef aldıklarında bölgedeki etkinliği zayıfladığı için Safevilerin at koşturduğu, buna kızan Osmanlı tekrar bölgeye dönünce yöreyi haraca bağladığı, son yüzyıllarda ise Rusya’da savaşmayı ret ettiği için Çarın önce Kafkasya’ya sonra buralara sürdü Malaganların yaşadığı, bir kenarından bir köşesinden ardından Ermenilerin etkin olduğu, 1915’de Kars anlaşması ile Türklerin egemenliğine girdiği, in ve cinin tek kale top oynadığı, kuş uçmaz kervan geçmez, bu coğrafya da ilerlerken son doksan yılda da Ulusal çıkarlar adına girilmesi dahi yasak olan kimselerin uğramadığı, okulu/sağlık ocağı/altında güneşten koruna bilinecek bir meşe ağacı ya da bir sokak kahvehanesi dahi olmayan Ocaklı köyüne elimiz kolumuz sallayarak girerken, Ani Harbelerinin kapısı önüne uzanmış birkaç koyunu ezmemek için Halil arabasının frenine hızlıca basıyor. Bizim durduğumuzu gören onlarca köy çocuğu da Bayram Şekeri alacaklarının umudu ile bir anda etrafımız sarıyor.
Kenardan akmaya çalışan cılız Arpa Çay’a ise diyecek tek kelime bulamıyorum. Bu taraftaki harabelerin heybetinin aksine, üç-beş metre genişliğinde, en fazla yarım metre derinliğindeki, sınırı oluşturan Arpa çayın karşı kıyısında ki mağaraların Ermenistan olmasını sevinmeli miydim yoksa aramızdaki bunca savaşa, kırgınlığa yol açan, kültürel farklara sarılıp bir birimizi yok ederek geçirdiğimiz yıllara üzülmeli miydim bilemedim.

Halil, yoldaki çukurlara düşmemek, sokağa ek çıkıntı yapan evlere çarpmamak için biraz sağ biraz da sol yaparak arabayı sürerken şaşırıyorum! Beynim, internetten fotoğraflarını gördüğüm, ortasında heykel bulunan bir meydanı ve meydana dik inen sokakları, taş duvarlı evlerin olduğu Kars’ı arıyor. Galiba arka mahallelerden dolanarak geldiğimizden demiryolu üzerinden geçip, ağır aksak ilerlediğimizden Kars’ta olduğumuzu ancak Kars İtfaiyesinin önünden geçtiğimizde tabelasını gördüğümden kavraya biliyorum.
Haydarpaşa’dan başlayıp, Moskova’ya uzanan ama şimdilerde Rusya’ya doğru olan kısmı çalışmayan bir tren hattı üzerinden geçmek beni heyecanlandırıyor. Dünyanın başka bir yerinde olsa endişe duyacağım hemzemin geçitten bu sefer geçerken içim çok rahat ama ruhum huzursuz...
Ermeni sınırları kapalı olduğu için son durak olan Kars istasyonunda hareketsiz duran trenlerin, bir zamanlar açık Kars-Tiflis hattının Aktaş sınır kapısından geçerek eski SSCB’ye, yeni Gürcistan’a geçtiğini sadece hayal edebiliyordum. Belki bir gün kapılar açılır da biz de buradan geçip gideriz diye umuyor, gezi öncesinden başladığım ve bitirmek üzere olduğum Orhan Pamuk’un Kar romanı elimde, biraz da kurduğum hayaller eşliğinde Kars’ı algılamaya çalışıyorum.
Halil Kars’a girerken hepimizi Kars’ın soğuğu için uyarmıştı. Daha iki gün önce Bursa’da 28ºC’de yaşadığımızı da unutmadığımız için kazaklarımızı ve montlarımızı giymiştik. Cadde üzerindeki bir peynirci dükkânının kapısı üzerine asılmış elektronik tabelada da yazın bu sakin gününde +5ºC’yi görünce sıcak araba içinde üşümesek de hepimizin biraz olsun titredik. Neyse ki geçen senelerde Kuzey ülkelerine yaptığımız seyahatlerde bu soğuklar da gezilebileceğini biliyoruz. Ancak 28ºC’ den gelip bir çocukla sokaklara çıkılabileceğini aile büyükleri pek kabul edemediklerinden daha kapı açılmadan üşümesin diye İklim’i kat ve kat giydirmelerine Esra ile biraz da gülümseyerek izliyoruz.
Hızlıca odalara çıkıp, kendimize gelerek akşam yemeğine iniyoruz. Boş sokaklardan edindiğimiz ön yargı ile boş otel yemekhanesi bulacağımızı umarken, karışık grupların bir arada oturduğu kalabalık turist toplulukları ile karşılaşıyoruz.
Kars bugün hayvancık alanında Anadolu’nun hala en etkin üretim yörelerinden birisi. Hayvancılığının, 1.750 metrelik platoda gerek büyük gerek ise küçükbaş hayvancılık üretiminde baş sıralarda güreşmekte olduğunu, bir sanayi şehir olmamış olmasının dezavantajının yanı sıra çevrenin tüm meraları ve suları ise hala tertemiz kaldığını, endüstriyelleşememenin avantajı ile bölgede yetişen hayvanlar da, bu bozulmamışlıktan nasibini aldığını yemekte öğreniyoruz.
Ben bir an önce masadan kalkmak ve kendimi Kars sokaklarına bırakmak istiyorum.
Yemeği bitirdiğimizde son gelen grup olduğumuzdan otelin lokantasından en son bizler ayrılıp lobiye çıkarken yan salondan bir ozan grubunun karşılıklı atışmaları kulağımıza geliyor. Kendilerini gelip geçici turist gruplarından soyutladıkları üst solunun birkaç basamaklı merdivenleri yavaş yavaş çıkıyorum.
Ozanlar, sözleri biten şiirlerinin ardından dudaklarını dinlendirirken parmaklarını çalıştırıyorlar, parmakları yorulduğunda da tıngırdamaları bırakıp, tekrar genizden çıkardıkları sesler eşliğinde türkülerini, şiirlerini dillendiriyorlardı. Bir, biri alıyordu sırayı bir diğeri…
Birden kendimi evimden çok uzaklarda farklı ve tanımadığım bir kültür içinde çok yabancı bir âlemde olduğumu hissediyorum. Ortada, yöreni en tanınmış halı çeşidi olan kırmızı ve kahverengi renklerin hâkim olduğu ejderha başlı sekizgen göllü (madalyon motifli de denir) halılar ile kenarlara serilmiş birkaç Azeri kilimi hemen göze çarpıyor.
Lobide, Rus aristokrasisinin devamında Cumhuriyetin ilk yıllarında etkin bir dinlence mekânı olduğunun göstergesi olan rüstik işlemeli antika koltukların hepsi, bu kadar kalabalık turisti aynı anda ağırlamayı planlamadığından dolu. Yemekten çıkıp yer bulanlara hiç sormadan yanına koydukları kıtlama şekeri eşliğinde sadece kahve servisi yapan hotel görevlileri ayakta olanlara da sorup da kahveleri veriyorlar.
Ayakta elimizde kahveler, kulağımızda sazların tınıları ile biz de oturacak koltuk bulamayınca halılar üzerinde birer köşeye bağdaş kurup oturuyoruz. İki âşık dışında kimseden çıt çıkmıyor. Hatta İklim’den bile…
Ozanların atışmaları bitince sazlarını daha toplamadan, otel lobisinde bulunan hemen hemen herkes ki, çoğu yerli turisti, ellerinde yöreyi anlatan kitaplardan, dergilerden gerek Kars’ın eski tarihini, gerek ise yörenin özeliklerini anlatan dokümanlardan bir şeyler okuyup, bir birleri ile bir kitaptan okuduklarının sohbetini yapıyorlar. Kimisi bir kilise duvarı üzerine işlenmiş bir rölyef üzerindeki motifi arkadaşına anlatırken, bir diğeri Ani Harabelerinde gördükleri bir başka kilisesinin yapımında kullanılan volkanik tüf tabalarında oluşmuş duvar taşların nasıl işlendiğinin öyküsünü aktarıyordu.
Biraz doluydu Kars tarihi de, galiba bizler için gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş misali bu güne kadar buralara gelememiş olduğumuzdan pek de bilgimiz yoktu Kars hakkında.
Bizim grup hep birlikte odalara çekilirken Halil yarın Kars’ı gezmek için dinlenmek lazım dediyse de, ben montumu giymiş, kapüşonumu başıma geçirmiş otel kapısını yönlenmiştim bile.
Kapıdan çıkar çıkmaz bir kuru rüzgâr suratımı yalıyor. Saat gecenin dokuzu olduğundan otel çevresinde kimse gözükmüyordu. “Yeni Köprü” üzerinden yürüyerek Kars Çayını geçip tekrar Faik Bey Caddesi çıktım.
Daha caddeye yeni giriş yapmıştım ki kaldırım üzerindeki engelli arabaları ya da bebekli aileler için kaçınılmaz şart olan rampalı kaldırım girişini görünce biraz afalladım. Üzerinde hiçbir kırık ve çukur olmayan geniş kesme taşlardan yapılmış kaldırım üzerinde ilerliyorum. Gözüm ister istemez okumakta olduğum, beynimde dönüp duran roman kahramanlarını arıyordu. Çok etkilenmişim galiba “Kar” romanından… Havada kar kokusu olmasına rağmen çokta üşümüyorum. Belki de cılız yansa da sokakları aydınlatan kaldırım lambaları Karsı bana gösterip beni de aydınlattığı için aynı anda içimi de ısıtabiliyor.
Cadde girişinin sağ yamacına bir Lunapark kurulmuş. Bize göre soğuk, Karslılara göre ılık bir sonbahar gecesinde birkaç Karslı genç, dönme dolaplara biniyorlardı. Çarpışan arabalar ise ışıl ışıl yanan lambaların altında ölüm sessizliğinde bir köşeye park etmiş hareketsizce bomboş duruyor. Bedava sigara ve fındık, fıstık hatta birkaç Rus votkası kazanmak için halka geçirme oyunu oynayan yaşları ilerlemiş üç adam ile sayıları onu geçmeyen gençlerin yanı sıra aynı sayıda ki görevliler de olmasa, Lunaparkın nerede ise bomboş denecek halde.
Sanki bir hüzün, bir sakinlik var etrafta. Caddeye bakan üç, dört katlı binalar yeni değildiler. Hepsi eski ve geniş yüzeyli kesme taşlardan yapılmış dar ve ufak pencereli. Belli ki soğuk içeri girmesin diye pencereleri büyük tutmuyorlar. Sokakları ve evleri St Petersburg’da gezindiğimiz arka sokaklara benzettim. Birkaç sokak geçince, içeriden ışık yanan bir dükkâna gözüme takıldı. Aynı Rusya’dakiler gibi dar ve ufak pencereli. Dışarıdan bakıldığında içerisinde ne satıldığını anlama ihtimali olmayan ama herhalde hava şimdilik çok da soğuk olmadığından, birazda Anadolu insanının ruhları, Ruslar kadar karanlık olmadığından dükkâna az bir neşe katılmaya çalışılmış, birçok şeker, panço ve mısır patlağı torbaları kapı dışına asmış. Dışarıda ki bu görüntü, kapının ve kalın taş duvarların ardında bir bakkal olduğunun izlenimi veriyor.
Cadde de yürürken birkaç heykelle karşılaşıyorum. Sokakların bu temizliği ve düzgünlüğü karşısında, gelmeden fotoğraflarını gördüğüm Kars’a nihayet geldiğimi kavrıyorum. Bu evlerin yapım stili, bu sokakların cetvelle çizilmiş gibi düzgünlüğü, bu şehrin, Rus’ların Güney Denizlerine ulaşma planları sonucu ileri bir karakolu olarak yaratılmış olduğunu doğruluyordu.
Alışık olduğum örf ve adetler sonucunda yapılmış, pencereleri dışarıdan içeriyi göstermeyecek şekilde tahta pervazlarla kaplanmış, tüm odaların içerdeki bir avluya bakan cumbalı evlerin olduğu bizim, Orta ya da Batı Anadolu mahallelerine benzemiyor. Hele bir de Kars’a arka sokaklardan girdiğimizde, merkezdeki ki yerleşim bu düzenden nasibini almamış, kıvrımlı ve kaldırımsız sokaklara bakan cumbalı evleri anımsadığımda, buraya sonradan yerleşmiş Anadolu toplumun önünde örnek bir şehir planı yapılmış düzgün bir merkez olsa da, yaşam biçiminde doğrusal düzen olmadığından, hiçbir ders çıkartamadığını ya da öğreti almadığını görebiliyordum.
Toplumların yerleşik düzende bir arada ve uygun şartlarda bir şehir ortamında yaşama bilincinin oluşmasının uzun bir süreç sonunda, bekli de yüzyıllar sürecek alışkanlıklar sonucunda oluşabildiğini hissettiğimde içim biraz da burkuluyor.
Soldaki bir sokağa saptım. Aynı düzende bazıları tek katlı taş Kars evlerinin önünden ilerliyorum. Sokakta bir tek ben varım. Pencerelerden içeri çaktırmadan bakmak, evlerin içlerinden bir görüntü kapmak için kafamı çevirdiğimde evin iç kısmına doğru kalınlığı 40-50 cm'lik bir pencere eşiğine oturmuş karanlık sokağa bakan bir erkek çocuk ile göz göze geliyorum. Aile fertlerinin içeride televizyon seyrettiğini, önce duvarlara yansıyarak odayı aydınlatan, sürekli değişen renkli ışık süzmelerinden ve odada koltukta oturan bir kafanın karartısının da kalın perdelere yansıyan gölgesinden anlayabildim. Çocuk, dıştan ferforje demirler ile koruma altına alınmış kalın duvarlar sebebi ile oluşan pencere boşluğuna yerleştirilmiş bir minder üzerinde otururken elinde ki bir elmayı kemirerek dışarısını seyrediyor. Karşıdan gelen uzun paltolu adam kapıya yaklaştığında, çocuğun oturduğu yerden içeri doğru “Anne! Babam geldi.” diye seslendi. Babasını karşılamak için eliyle kalın perdeyi geriye doğru iterek yere atladığına duvara yerleştirilmiş içinde kalın kitapların olduğu uzun bir kütüphane ve kitapların arasına sıkıştırılmış bir televizyondan yayılan ışıklar tüm sokağı aydınlatıyor. Elindeki elmayı oturduğu minder üzerine düşmesine hiç aldırmadan kapıya doğru koşarken açık bıraktığı perdeler de yarattığı rüzgârla sallanıyor. Çocuk içeriden açtığı bir kapıyı geçerek ara sahanlığa çıkıp, babasının anahtarını dış sokak kapısının kilidine sokmasına fırsat vermeden benim gördüğüm dış tarafta üzerinde kalın bir tokmak bunan yüksek tahta dış kapıyı bastıbacak hali ile hızlıca açıp babasının boynuna sarılıyor. Sokakta esen buz gibi rüzgâr yanlarından geçip içeri doğru esince annesinin ikazı ile ikisi birden, çocuk babasının boynundan inmeden içeri geçip kapıyı kapatıyorlar.
Kapı kapanmadan önce görebildiğim bina girişinin bembeyaz badanalı duvarlarını, ince siyah demir korkuluklar ile çevrelenmiş beyaz mermerden yapılmış merdiven basamaklarını, birbirine altın yaldızlı çubuklar ile bağlanmış üzerleri çiçek motifli buzlu lamba camları bulunan büyük bir abajur aydınlatıyordu.
Sokakta yine yalnız kalınca soğuğun etkisi ve sokakların da boş olması nedeni ile geri dönüp biraz önce gördüğüm bakkaldan İklim’e bir Kars şekerlemesi alıp, hızlı adımlarla otele dönüyorum. Bölgede etkin olduğunu yeni öğrendiğim kazların tüyleriyle doldurulmuş yastığa kafamı koyup serin yorgan içine kıvrılarak uykuya dalıyorum.
Sabah perdeyi aralayıp dışarı baktığımda cam buz tutmuştu. Kol saatim ki gösterge 19ºC’yi gösterse de camdaki görüntü içimi ürpertmeye yetti. On kg sütten bir kg elde edilen Kars kaşarını hayal ederek sıkıca giyinip kahvaltıya iniyoruz. Dün yediğimizde çok beğendiğimiz Van’ın otlu peyniri ile Kars kaşarının bir birine ne kadar rakip olacağını tam bilemiyordum ancak kahvaltıda birkaç çeşit başka peynir olsa da ilk lokmadan sonra aralarındaki farkı anlayıp, sadece Kars Balına bandırarak yediğim Kars Kaşarlarını ve Kars Gravyerlerin ağzımda bıraktığı tadın eşliğinde kahvaltımız yapıp kendimizi Kars sokaklarına bırakıyoruz.
İnşaatının planlaması da, yapımı da aynı Ermeni-Türk ilişkilerindeki çarpıklığa benzeyen, Ermenistan’daki soykırım anıtına inat Kars’ta yapılan otuz beş metrelik “İnsanlık anıtı” yanından geçip Mazlum Ağa Hamamının karşısında Kars Kalesinin korumasındaki Namık Kemal’in evini ve Taş Köprü üzerinden geçerek karşı kıyıda bulunan Havariler Kilisesini (Sura Arak'elots) geziyoruz.
Bugün Ramazan Bayramının ikinci günü olması nedeniyle sokaklar biraz biraz canlanmaya başlamış. Birkaç yaşlı Karslı bizim gezgin halimize şaşırsa da, gençler her birimize hoş geldin dercesine başları ile selam veriyorlar.
Bu sefer Kars’ı daha iyi algılayabilmek için aynı düzgünlükte ve temizlikte ama başka sokaklardan geçerken, gece gördüğümüzde tam anlamadığımız Kars evlerinin güzelliği ve taş binaların heybeti ağzımızda hala duran Kars gravyerinin tadı üzerine tam bir lokum lezzeti tadındaydı.
Burası alışık olmadığımız, belki de şehir planlamacılığın tam uygulandığı ilk Türkiye şehriydi. Türk şehir plancılığının bir ürünü olmaması nedeniyle, Pasaportsuz gezindiğimiz bir Rus şehrinde olduğumuzu hissederek Kars’ın çevreleyen arka mahallelerinden çıkıp Ani’ye gitmek üzere şehri şehirden ayrılıyoruz.
Ani, Kars’a 45 km uzaklıkta bir yer. Bunca yıldır, birçok batık şehir, antik kent, tarih kalıntısı, gördüğümden, esasen Ani Harabelerini geçmiş tarihi adına değil de, son yıllara kadar neden girilmesi yasak bir yer olduğunu çok merak ettiğimden daha çok görmek istiyorum. Yıllar boyunca birinci derece stratejik askeri bir alan sayılan bu bölge özel izin almadan kimse görememişti?
Arabamızın yönü doğuya doğru. Kars’ı terk edeli yarım saat oldu ancak ne bir başka araba, ne de bir köy görmeden şerit çizgileri olmayan sadece Ani Harabelerine turist gelsin diye (Ya da benim bilmediğim daha başka bir strateji için) yapılmış beş şeritli geniş bir asfalt yolda ilerliyoruz. Eski yerleşim yeri Ani, İpek yolu üzerinde zamanın etkin yerleşkelerinden olsa da yüz yıllardır bir yaşam olmadığından harabe halinde. Bugün cılız akan ve Ermeni sınırımızın bir kısmını oluşturan Arpa Çay kenarında, Çaldıran ovasında gördüğümüz kadar çok kara bir yapıda olmasa da burası da volkanik bir tüf tabakası üzerine kurulmuş bir ortaçağ şehriymiş.
Ben de var olduğundan şüphe duyduğum ulusal politikamızın detaylarını bilmediğimden hala ne adına insanlara yasaklanmış buralar diye durup düşünüyordum.
Ani harabelerinin kapısı önündeki koyunlara hiç karışmaya niyetli olmayan iki Kars çoban köpeği, uzandıkları kapı eşiğinde kısık göz kapaklarını hafif aralayarak gelenlerin bizler gibi önemsiz turistiler olduğunu anlayınca tekrar kapatıp, bozduğumuz uykularına sakince geri döndüklerinde havanın rehaveti de eklenince içimde bir kızgınlık doğdu.
Ya geçen sene ölseydim de burayı göremeden ölseydim diye hayıflanıyorum.
Ne kadar çok korku yaratıyorduk kendi üzerimizde, çocukluklarımız üzerinde...
Daha doğar doğmaz, öcülerle büyütülmüş bir toplumun çocukları, ileri yaşlara geldiğinde, öcüye inanmayacağından ya kötü komünist safsatalarına ya da bölgede yaşadığı iddia edilen ırz düşmanlarının varlığına inandırıldığımızdan, bugüne kadar yasak olan bu bölgeye kimseler girememişti.
Oysa şimdilerde komünistler ileri kapitalist, Ermeniler de, komşu komşuya her zaman muhtaçtır ilkesinden, dostumuz olduğundan sorunsuzca gelebiliyorduk.
Harabelerin yüksek taş duvarlı kapısından arkasındaki boş alana girince onlarca, hatta yüzlerce km’lik boş bir volkanik platonun ilk elli metresinin Türkiye, geri kalanının da eski Rusya yeni Ermenistan olduğunu görmem kızgınlığımı şaşkınlığa döndürüyor.
Bizimkiler ilerideki kiliselere yürüdülerse de ben bir köşede kırk yıldır merak ettiğim Ermeni sınırını ve sınırı ayıran yeşil dikenli telleri ve ufuk çizgisi ile birleşen kurak toprakları seyrederken birkaç köy çocuğu bisikletleri ile yanıma geliyorlar.
Birisi 1. diğer 8. sınıfa giden iki kız kardeşin yanı sıra okula gitmediği gibi bisiklete de binmesini bilmediğinden ayağında plastik terliklerle çata-pata koşturarak yürüdüğünden pantolonun paçaları çamur olmuş, dağınık sarı saçlı, yüzüne ellerindeki toprağın kiri bulaşmış 3. kardeş, ablaları ardından koşturarak onların yanına sıkıştı. Ufağı erkek ikisi kız, 3 kardeş ile biraz sohbet ediyorum. Yanımızda getirdiğimiz okul kırtasiye malzemelerinden kalan son torbayı ve birkaç poşet şekeri Bayram neşesi içinde paylaşırken, dört-beş yaşlarında ki en ufak kardeş, kendisinin de okula gittiğini söyleyip ve ona da bir şeyler malzemelerden vermem için sıraya girdiğini görünce çok gülüyorum. En büyük abla Elif, buralarda test kitabı bulunmadığını ve yanımızda var ise kendisine “SBS test kitabı” verip veremeyeceği sorduğunda içim sızlıyor. Var olanları gördüğünde yüzüne yansıyan sevinci içindeki sızıyı biraz olsun azaltıyor.
Ekilebilecek arazi olmayan bu Ocaklı köyünde ne sağlık ocağı vardı ne de okuyacakları bir okul… Okumak için her sabah 10 km ilerideki başka bir köye giden, yakın zamana kadar 1. derece askeri bölge olan bu köyün tatlı sakinlerine ek başka test kitapları göndereceğimize söz vererek hep birlikte arabaya binip Kars’a, öğle yemeği yemek için hareket ediyoruz.
“Kars ta ne yenir?” diye sabah otelde sohbet ettiğimiz Karslı gençler, hiç düşünmeden “Kars Kaşarı ve Kaz eti ve Pita” dediklerinde bilgisizce yaşadığım şu dünyada yeni bir tat tadacağımı hissederek heyecanlanmıştım. “Kaz eti, biraz yağlı ve ağır olabilir bu mevsimde ama gene de Kazevine gidin” dediklerinde çoktan adresi almıştım.
Ani’den döner dönmez, İstasyon mahallesinde ki Kars’ı Ruslardan kurtardığı için yörede daha etkin ve sevilen bir kişi olan Kazım Karabekir’in anıtı önünden geçerek daha bu sene açılmış sadece yöresel ev yemekleri yapan Kazevi lokantasını buluyoruz.
Lokantayı işleten 3 bayan’ın sevimli karşılamaları ardından adını hiç duymadığımız ama tadını Anadolu uygarlığı içinde yaşadığımızdan aynı olmasa da benzer lezzetleri tattığımız Hengel’i (etsiz içi boş mantı), bir önceki sezondan tuzlanarak saklandığı için ağır olmayan ve ağızda dağılan bir Kaz yahnisini, nar gibi kızarmış Kete’yi (bir çeşit börek), bir tabak Haşa’yı (üzerine sarımsaklı yoğurt dökülmüş, öğütülmemiş-aşurelik buğday yemeği) midemizi indiriyoruz.
Kars Kaşarı ve Kars Gravyerlerini her gidenin mutlaka alacağını peynirlerimizi alarak, Sarıkamış üzerinden Erzurum’a gitmek için yola koyuluyoruz.
Eylül-2009