Uludağ yolu

Haftasonu kaçamağı
Cumartesileri çalışmayı hiç sevemedim.
Birkaç defasını saymazsak, çalışmadım da.
Galiba bu yüzden patronlarım da beni pek sevemediler. Hafta içleri de hep işimi yapar
, başkasının işine de burnumu sokmadnden giderim. Üstlerim performansımı beğendiklerinden midir, yoksa çalışmadığımı düşündüklerinden midir bir türlü anlayamadığımdan, beni daha çok çalıştırmak isteyenleri ile hiç barışık olamadım.

Dün gece, cuma akşamı ara sıra olduğu gibi çok geç çıktım fabrikadan. Geç çıkınca Nazife ablanın gece vardiyasına dağıttığı akşam yemeğinden de yemiştim ama üzerinden çok saat geçince açıkmış, iki odayı birleştirsen tek oda etmeyecek, caddeye bakan giriş katında ki daireme gelip kendime bir tost yapmıştım. Yanına da bir bira açarak günün ve gecenin yorgunluğunu sızmaya çevirecek bir formül bulmanın huzurunda yatağıma girmiştim.

Tam kuzuları sayacaktım ki eve yeni aldığım kablolu telefonumun sesi tüm apartmanı uyandıracakmış gibi, yok öyle acı acı değil ama sesi fazla açıkmış, gecenin sessizliğinde elinden oyuncağı alınmış avazı çıktığı kadar bağıran şımarık bir çocuk misali zırlıyordu. Önce İstanbul’da annemlerdir, babama bir şey mi oldu diye merak ederek fırladım yataktan. Ahizeyi kaldırdığımda Naci’nin sevimsiz, mızmız sesi kulaklarımda yankılandı.

Neymiş efendim, son dakikalara kadar birlikte çalıştığımız, preslere bağlanmış yeni kalıplar ben gittikten sonra çalışmamaya başlamış, zaten hep böyle olurmuş, ben de şeytan tüyü varmış, ben varken her şey yolunda gidermiş, ben gidince bozulurmuş, biraz daha bekleseymişim ya, daha uzman firmalara kalıp yatırmalıymışız, kalıpları almadan önce orada denemeliymişiz, her şey onun başına patlıyormuş…

Saat sabahın birini geçmişti ama Naci bana söylendi de söylendi. Ve fabrikaya gelmemi istedi. Naci dedim, yattım. Pijamalar üstümde. Hanım yengen de uyuyor yatakta. Yalan aslında yenge filan yok. Daha bekârım ama bundan güzel bahane mi olur, başka ne yalan söyleyeyim ki? Bu çıktı ağzımdan. Naci bir kaç cümle daha söylendi, bari sabah erken gelseymişim... “Tamam” deyi verdim yarının Cumartesi olduğunu unutarak. Kapattım telefonu bu sefer ben kendi kendime başladım söylenmeye…

O kadar derslere gittin be Hakan! Hani düşünmeden konuşmayacaktın? Hani ağzından çıkanı kulağın duymadan önce gönlün, ruhun duyacaktı. Sonra önce kendi kulağına sonra başkalarınınkine çarpacaktı tınıların!

Yok ama neredeee? Nafile! Zaten başıma ne geldiyse bu sesleri yanlış zamanda yanlış yerde çıkartmaktan gelmiyor muydu? Öfleyerek girdim Haziranın beşi olmuş olsa da atamadığım kışlık yün yorganımın altına.

Sabah erkenden kalktım. Alel acele, kahvaltı etmeden kendimi attım fabrikaya. Naci tam çıkmak üzere, vardiyasını Sinan’a teslim ederken vardım yanlarına. Ne odu diyecek oldum. Konuşacak hali yok. Bütün gece çok uğraşmışlar. Kalıbı bir prese bağlanmış, bir takılıp kaldığından kalıp haneye getirmişler, orası burasını rötuşlanıp gene geri götürmüşler.

Bir teşekkür ettim sadece. “Tamam Abi” dedi az kızgın, biraz kırgın, çok da yorgun ama bir o kadar da gururlu. İyi çocuktur Naci’de söylenerek iş yapanlardandır. Sanki biraz bana çekmiş gibi. Aldırmıyor gibi, ama eline bir şey aldığında hiç bir konu kurtulamıyor. Yapmak istemeyip, yapamadığı yok. Yeter ki istesin. Yeter ki kafasına taksın! Eline sağlık Naci’ciğim yoruldun dün gece diyerek gönlünü almaya çalıştım. Kızar, söylenir ama sever beni Naci. Belki de fabrikada söylenebildiği, kızabildiği tek müdür bendim de ondan söylenir bana. Hadi hayırlı günler, deyip gitti Naci. Yerini alan Sinan ile bakışıp gülümsedik bir birimize. Sinan sanki dün gece vardiyasında olmadığına seviniyor gibiydi.

Kalıp denemelerini hep gecelere bırakıyoruz. İlk deneme çalışmaları gündüz koşturmacasında ve kalabalığında olmuyor. Gündüz yaparsak, dünyanın bin bir yerinden zırt pırt arayanı, diğer makinelerdeki sorunlar yüzünden ilgimizi azalıyor bir saatlik işi bir günde zor bitiriyoruz. Neyse, herhalde bunu da atlattık deyip Sinan ile presin yanına gidip tıkır tıkır çalışan kalıbın başına geliyoruz. Operatör arkadaşlar bizi görünce etraflarına biraz daha dikkatli bakmaya başlıyorlar.

Makine başında bir yarım saatimizi geçiriyoruz ve çevrim frekansını yavaş yavaş düşürüyoruz. Saatlik verimimizi arttırıyor, arzu ettiğimiz üretim rakamına ulaşınca, bir saat daha böyle çalışsın da ben kaçayım diye içimden söylenerek odama bir kahve içmeye gidiyorum. Naci’den hiç farkım olmadığımı hissettiğim de, bu sefer sessizliğime sevinip kimsenin anlamamış olmasının muzipliğinde görünmez bir surat ifadesi ile içimden gülümsüyorum.

İşten çıkalı bir, evden ise gece konaklamayı düşündüğüm için ek bir alt-üst içlik, uyku tulumu, mat ve çadırımı koyduğum sırtçantamı sırtıma geçirip Sırameşeler otobüs durağından yola çıkalı on dakika olmuştu. Önce, artık çalışmayan ve müze yapılması planlanan, Merinos iplik fabrikasını geçip çok eskilerde alt kısmı tütün deposu yanınca, üst kısımda bulunan otogar kısmı da bir daha çalışmadığından mezbeleliğe dönüşmüş, eski santral garajın bir boşluğunda itiş kakış sıraya girmiş Kestel minibüslerinden birisine bitmiştim.

Saat öğleden sonra bire geçmiş, ezan okunmaya başlamıştı. Araç içinde kasketli birkaç erkek yanı sıra bu sefer çoğu çocuk. Hiç kadın yok. Belli ki çocuklar Cumartesi kurslarından geliyorlar. Serbest kıyafetteler ve ellerinde birkaç test kitabı yaka bağır açık birisi diğerinin omzuna atmış kolunu. Galiba kızları çekiştiriyorlar. Belki de benim gibi mühendis olmak isteyeni var aralarında.

Hayatlarını, hedeflerini büyüklerinin ön yargılarına göre şekillendirdikleri bir yaşantı içinde, tüm hafta içi okullarında ki çalışmaları yetmediğine inandırıldıklarından bir de hafta sonu gittikleri kurslarda çalışmaktan çok eğleniyor gibiler.

Başarı denen şeyin çevrelerinden duydukları yaşam tarzlarına ulaşmak ve vitrinlerde gördüklerini satınalabilecekleri maddeleri elde edebilmek için şimdilik tek istekleri masa başı bir iş ve çok para... Aralarında bununla yetinmeyip işe girdiği senenin sonunda müdür olmak isteyeni bile vardır. Çoğunun babası ya da annesi öyle istediği için.

Cumartesi ders çalışmayı istemelerine şaşırıyorum. Ben hiç istememiştim o zamanlarımdayken. Anlayacağınız daha o zamanlar cumartesi fobim varmış.

Minibüs doğu yakasındaki Et Balık Kurumunu geçip Cumalıkızık kavşağında iki genci bırakıyor. O yolu hatırlıyorum. Dik bir çıkış ile arabayla beş dakika sürüyor. Ama oraya başka araç gitmiyor. Çocuklar umarım taaa oraya kadar gitmeyeceklerdir diye düşünürken ya ben bugün gideceğim yere nasıl gideceğimi aklıma getiriyorum.

Daha nasıl gideceğimi bilmiyorum ama bir keresinde bu hattın asfalt olan bir kısmını tersten yapmıştım. Alaçama’a özel bir araç ile gezmeye gidip sonra şehre geri dönmüştük. Gruptuk o zaman ama şimdi yalnızım.

Tek başıma, gecenin yorgunluğunun üzerine gelen cumartesi, yarım günde olsa çalışmama karşılık kendime bir ödül vermeyi istemiş, bu gece Uludağ’da göller bölgesinde kamp kurmaya karar vermiştim.

Fabrikadan; hatırlasınız yazının başında anlattığım gibi, giriş kısmını gezi yazısıyla bağdaştıramayıp hızlı geçmemişsinizdir umarım o kısım benim ruhumu ve bu yazının özünü oluşturuyor. İsterseniz sonunda konuşuruz, şimdi yazıya dönelim. Ha şimdi çıktım ha şimdi çıkacağım derken sonra yapmak zor olur diye öğle yemeğinin fabrikaya gelişini beklemiş, gelince de en öne geçip, sağolsunlar sayarlar beni ama uzaktan izleyenler ne müdür de demişlerdir, neyse işte, bir çırpıda öğle yemeği yemiş, eve gelip sırt çantamı hazırlayıp yola çıkmış olsam da, Kestel’e gelmem öğleden sonra üçü bulmuştu.

Bindiğim minibüs gideceğim istikamete gitmediğinden İnegöl’e giden yeni ve eski yolların kesiştiği kavşakta, indim.  Gerçi Bursalılar dağa ve dağda dolaşana alışık ama daha iki binli yıllara gelmediğimiz bir yaz gününde Kestel’in girişinde, eski İnegöl kavşağında sırtında otuz beş litrelik sırt çantası ile kenarlarından mat ve çadır sarkan bir bekleyene pek alışık değil herhalde.

Her geçen önce hayrete ile bir bakıyor sonra kullandığı araç ile karşıdan gelene çarpmamak için yoldan kaçırdığı arabasını kendi şeridine sokmak için direksiyonu sıkıca tutup birden çevirip arabasını düzeltiyor. Bir kaçına otostop çektim ama geçenler pek almaya meyilli olmadıklarından durmadılar. Yolumu tahmin etmeye çalışıyorum. Buradan Alaçam Kavşağı arabayla on beş dakika, Alaçama tepede. Dağa doğru bir on beş dakika daha var, o da anında beklemeden bir araç bulabilirsem on beş dakika da o. Hadi biraz araç beklesem en az bir saatlik daha yolum var. Sonrası yürüyüşü. Dağ yolu ve en az dört saat sürecek bir yolculuk…. Akşam sekiz buçuk da ezan okunuyor, okunmadan çadırımı kurmalı, yemeğimi yiyecek duruma geçmeliyim zira dokuz da hava kapkara olacak. Kısaca her şey ucu ucuna yetişecek bu da yaptığım hesaplar doğru ise!

Neyse sizi çok yormayayım, kolay bir yolculuk ile dediğim gibi önce eski İnegöl yolu üzerinden Alaçam kavşağına yerel bir otobüs ile sonra kısa bir bekleyişin ardından köye çıkan bir kamyona binip şoför ile sohbet ede ede Alaçam köyüne geliyorum.

Saatime bakıyorum dördü çeyrek geçiyor. Hadi bana eyvallah diyerek cami altına kurulmuş kahvehanede içtiğim son çayın parasını ödeyip kapıdan çıkıyorum.

Bu arada hatırlatayım, köylere böyle girip de durmadan geçmek olmaz. Kahveye girilecek, önce bir çay söylenecek, sonra en yakınındaki Amcaya çaktırmadan neden geldiğin söylenecek, yolda kurt, kuzu, ayı,  tilki var mı diye sorup sohbet edilecek, kısacası köylüye niyetini dolaylı yoldan söyleyeceksin ki, tecrübeyle sabittir, geçenden şüphelenmesinler ve gerektiğinde sana, yok yani bana, yardım gönderebilsinler…

Son kelimemi, kahvenin önünde Bursa ovasına bakan, bir ıhlamur ağacının altında oturanlara “Eyvallah Amcacığım” diyerek sırt çantamı sırtlayıp koyuluyorum yola.

Köy yolunun bozuk asfaltı bitmiş çakıllı dağ patika yolu başlamıştı. Yukarı, göllere kadar araba gidebiliyormuş. Eh en azından araç patikası üzerinden gideceğime seviniyorum. Yoldaki taşlar şimdi ufak, mıcır halinde. Belli ki üzerinden birçok araç geçmiş. Acaba araba ile mi gelseydim? Yok dedim birden kendime, “sessizlik yaşamak için sessiz” kalmak gerek.

Uzun bir yolculuktu bizimkisi... Taaa Silivri’den yola çıkmış on beş saatte Silifke’ye, ailecek görüştüğümüz ilkokul öğretmenimin yazlarını geçirdikleri Toros dağlarının bin, bin beş yüzlü tepelerinin hemen eteğine, beş yüzlü metrelere kurulu Balandız yaylasına gelmiştik. O zamanlar yollar şimdiki gibi değil, Karaman, il olmamış, oralardan bugünkü gibi Silifkeye direk yol yok. Biz önce kulağımızı tersten gösterip Mersin gelmiş, Mersinden de Silifke’nin Balandız yaylasına geldiğimizde, temmuz ayı olduğundan deniz kenarının otuzlu derecelerini çoktan aşmış, fırından çıkıp buzdolabına girmiş gibi üşüyerek iki kat yorganın altında uyuklamıştık.


Daha doğrusu kararmış bir havada girdiğimiz Balandız’da, ay hoş geldiniz beş gittiniz kısmını hızlı geçip hadi yorgunsunuzdur dediklerinden, sahanlığında ki kuzinede çıtır çıtır yanan çam odunlarının yaydığı kehribar kokusu genzimi yakarken, hiç itiraz etmeden, oturma odasının sıcaklığına inat buz gibi yatak odasındaki yer yataklarına serilmiş kalın yorganlarına sarılıp anında sızmıştık.

Sabah sac tavalar üzerinde pişirilen yufka ekmeklerinin kokusuna uyanmıştım. Anlatsam birkaç sayfa olacak, neyse konumuz bu değil bu sefer, kahvaltımızı yapmış, annemler hanımlarla evin verandasında, babam da öğretmenimin eşi Fahri Hoca ile, o da ilkokulda müzik öğretmenimizdir, köyün kahvehanesinde sohbete çoktan başlamışlardı. Evde benden başka çocuk yoktu. Önce yayla evinin yanındaki domates biber ve salatalık bahçesine daldım sonra üzüm bağlarını olduğu kısma.

Hani yeni kahvaltı yapmış olsam da açık hava acıktırıyor, hababam yiyesim geliyor. Adam boyunda, yukarıya çamaşır asarmış gibi uzandığımda alacağım beyaz üzümlere el attığımda, gözlerim karşımda zirve yapmış binliklere, Toros’un zirvelerine takıldı.

Birkaç tane üzüm kopardım ki, Esin Hocam’ın o alışık olduğum her zamanki bağırışı ile bir irkildim. “Ama dikkat et Hakan! Buralarda Akrep vardır”

Bu lafı pek sevmedim. Tırstım. Eve dönüp o sene yeni aldığım üzerinde Paris-Dakkar rallisinin haritasının basılı olduğu sırt çantama birkaç lavaş ekmeği, bir salkım üzümü bir torbaya koyup, bahçeden üç- beş salata koparıp, ben dolaşmaya çıkıyorum diyerek evden ayrıldım.





Yayla evini ve köyü geride bırakıp Torosların zirvelerine doğru yürüyorum.

Saat beş, Uludağ’ın zirvesine doğru orman içinden yürüyorum. Yukarıdan eriyerek gelen kar sularının oluşturduğu Alaçam deresi bu mevsimde pek gür. Sık ağaçlı dar bir vadi içinde akan dereyi görmüyorum ama sesi çok kuvvetli geliyor. Karadenizlilerin, özellikle Artvinlilerin her yaz başında festivallerini yaptıkları son yaylayı geçeli bir yarım saat oldu.

Saat altıyı geçti bir saattir yoldayım. Daha Uludağ’ın zirvelerini görmüyorum. Yol dolana dolana çıkıyor. Ben patikanın bazen sağından bazen solundan, bazen de çok dik bir yere geldiğimde yürüme tempomu yavaşlatmamak için, zira yavaşlatılırsa kalp dengesi bozulup çok daha yorulunduğundan, yolu enlemesine sağdan sola, soldan sağa zigzaglar çizerek aynı tempoda uygun adım yürüyorum. Her taraf hala ağaçlıklı.

Torosların böyle sert kayalıklı olduğunu ağaçların kayalıklar arasında seyrek saçlı amcalar gibi yarı kel olduğunu bilmiyordum. Zannedersem o zirvelere kadar çıkamam. Zaten yol da olmayabilir. Pek dik görünüyorlar. Bir bıçak sırtı gibi yan yana dizilmiş yükseklerin arasında kirpinin iğneleri gibi seyrek duran daha ufak zirvelere birden üzerine düşerim de kıçıma batabilirler diye endişeleniyorum.

Korkak olduğumu düşünerek biraz kendime gücendim. Yol beni nereye götürecek bilemeden yürürken sağ tarafımda biraz uzaklarda bir yamacın sırtı gözüme çarptı. Hani o yukarıdakilere gidemezdim ama belki buradakine çıkabilirim diyerek patika yola, bir de az önce Esin Hocanın akrep çıkabilir uyarısını kulaklarımda çınlatarak her adım attığım yerde önce elimdeki değnek ile vurarak, sanki akrep korkacakmış gibi, taşların yanında değil de üstüne basarak ilerliyorum.

Sonradan öğrendiğime göre Babam ile Fahri Hoca, önlerinden hızlıca geçen iki gence o anda pek aldırmadan sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Gençlerden birisi “Muhtar Emmi nerede?” diye ortalığa bir laf atıyor. Karşıda, rüzgârdan yamulmuş bir çam ağacı altında duran bir başka köylü, oturduğu taşlığın arka kısmını gösterip ahırda diyor. Gençler koşar adım daldıkları ağırdan muhtar ve yanında oğlu ile dördü, bir telaş içinde dışarı çıkıyorlar. Muhtar, “Cendermeye haber ediverelim mi?” diye gençlere soruyor, yok gerek yok biz bakarız cevabı aldığında sakinleşemeden “Ek peki barim” diyerek bizimkilerin önünden geçen, ellerinde ahırdan aldıkları boklu birer kürek ve tırmık ile giden çocuklara "Dikkatli olun! Silahı filan vardır" diye uyarıyor.

Fahri Hoca, hem İstanbul’da bizlerin müzik hem de oraların Hocası. Toroslarda, Balandız da çalınan saz ve tefe, kemanı ile eşlik eden, her şarkıda hüzünlendiğinden eserlerini ağlamaklı bitirdiğinden suratına söylemeseler de kendi aralarında ondan bahsederlerken “Ağlayan Keman” derlermiş.
Yaylanın sevilen Hocası, Muhtara dönüp ne oldu Ağam dediğinde, yaylanın ilerisinde, keçi otlatan bir çocuk çobanın yukarılarda bir terörist olduğunu haber vermiş!

O zamanlar, seksen ihtilalini yeni yaşamışız, neredeyse herkes şüpheli (!) bir terörist, bir katil, bir devlet düşmanı olabileceğinden, Güney Anadolu’nun sarp yaşantılarından, yolda gelirken yaşamıştık, her birkaç yüz kilometrede bir araçları durdurularak, durmayanların arkalarından ateş edilip öldürüle bilindiği kontrol noktalarından sıyrılıp gelmiş bir teröristin Toroslarda Jandarmadan, Devletten kaçarak gezinmesi pek olası gelmiş Balandız ahalisine.

Bizimkiler de heyecanlanmışlar kısacası. Sohbeti tamamlayıp öğle yemeği için eve geldiklerin de benim evde olmadığımı duyduklarında heyecanları artmış. Evin hanımlarına söylediklerinde artık tüm ev halkı hep birden daha da paniklemişler.

Dağda bir terörist, ben sırtında ki çantada birkaç lavaş ekmeği ve üzüm ile Heidi’nin Peter’i misali o taş senin, bu taş benim diyerek Torosların patikalarında zıplayarak dolanıyorum.

Saat akşamın yedisi oldu ama hala Alaçam’ın çam ağaçları ile kaplı sık ormanın içinde patika yoldan yürüyorum. Ağaç olan yerde yaşam vardır. Yaşamın olduğu yerde meyve vardır, fare vardır, tavşan vardır onları yiyen yılan vardır, kelebek vardır, bok böceği vardır evet evet yavaş yavaş beynim tehlikeli hayvanları hatırlamaya başlıyor, bok böceği varsa boku büyük hayvan vardır, tilki vardır, arı vardır, arı varsa balı yaptığı yaban kovanları vardır, yaban kovanları varsa yaban ayısı vardır…

Bir an önce ormanın bitmesini istiyor, ağaçsız sarp yamaçlara ulaşmak için adımlarımı hızlandırıyorum.

Annem diğerlerine göre biraz daha panikmiş. Neden gitmişim ki? Bilmediğim yerlerde yalnız dolaşılır mıymış, bari yanıma bir tanıdık verilseylermiş, karnımda acıkmışmış…





Fahri Hoca geri dönüp muhtara durumu anlatıyor. Muhtar, köyün iki delikanlısını da yaylanın sağ çıkışına, beni aramaya gönderiyor.

O akrepli üzüm bahçesinde gördüğüm dik zirvelere ulaşamamıştım ama hedeflediğim yar’ın kıçıma batan, hani o, birçoğunuzun bildiği, keskin sivri kayaların oluşturduğu Torosların kayalıklarına oturmuş sol arkam sadece bir iki metrelik olduğundan rahatlıkla tırmana bildiğim bir zirvecik iken sağ önüm kesin bir “elli metrelik” uçuruma ayaklarımı uzatmış evden çıkarken aldığım atıştırmalıklarımı löplüyorum.

Daha ikinci lavaşa sardığım üzümlü dürümümü ısırmıştım ki, önümdeki uçurumdan uzanan bir elin sol bacak bileğime yapışması ile dengemi kaybetmemek için dürümü elimden atmış, oturduğum keskin kayalara iki  avucumla kavramıştım. Ayağımı tutan elin sahibini göremeden arkamdan gelen elinde boklu kürekli bir abinin yanı sıra, “Burda, burda! Yakaladık çabuk gelin.” diye bağıran sesi kulaklarımda çınlayınca son yudumumu çiğnemeyi bırakıp sağ yanağımda topak yaparak hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladım.

Arkamdaki de yetişip sırtımdan beni tutması ile hani o önümdeki uçurumun neresinden tırmanıp da ayağıma yapıştığını hiç anlamadığım abinin kap kara gözlerini bakarken buluyorum kendimi ama ağzımdaki lokma sayesinde kimsin sen, nereden geldin, ne işin var burada gibi sorulara cevap veremiyorum.

Arkadan gelenin beni yakalamasının verdiği bir güvenle, yakaladık teröristi şimdi köye götürelim deyince nevrim dönüyor. Daha on dokuz yaşındım ve o sonu gelmez liseyi bitirememiş, üniversiteli bile olamamışken nasıl olurum da bir birini okul önlerinde vuran, birbirlerine el bombası atan abiler gibi terörist olabilirim diye içimden geçiriyorum.

Neyse zorla yuttum ağızımda, anasına inat bir türlü yutmadığından balık yemi haline gelmiş toparlak üzümlü lokmamı.

Saat sekizi geçti. Anca çam ormanından çıktım. Uzakta bir şelalede, Uludağ’ın zirvesinden akan sular düşüyor, olduğu yeri kar gibi beyaza boyuyor. Yerde ufak ufak kar öbekleri başladı. Birçoğunun içinden fırlamış mor taç yapraklı, beyaz sapçıkların üzerinde başçık yapmış sarı polenli kardelen çiçekleri açmış.

Güzeller güzeli Kardelenlerin, kimisi akıp giden bir hayat gibi eriyip giden suyun üzerinde, güneşi istemez bir halde hüzünlü, kimisi hala kar üzerinde olduğundan hiç öleceği aklına gelmediğinden kibirli.

Uludağ’ın zirvesini görüyorum ama saatim sekiz buçuğa bir çeyrek kaldı. On beş dakika sonra aşağılarda Alaçam’da altında kahvehanesi bulunan camide akşam ezanı okunacak ve güneş de bulunduğum tepeye bakan zirvenin arkasından battığından birden hava kararı verecek.





Göllerin yerini tam olarak bilmiyorum. Ne kadar yolum kaldığını da bilmiyorum ama önümde giden patika yolun sola doğru çok geniş bir kavis çizerek o uzaktaki şelaleye yaklaşıp yavaş yavaş yükselip sonra bulunduğum tepenin tam üstüne gelip gözden kayboluyor.

Araba ile olsam o kadar geniş bir kavis çizmeyi bu saat itibari ile göze alabilirim ama yaya o yola girersem, son dört saattir de yürüdüğüm performansıma bakarsam göller bölgesine hava kararmadan gelebilmem imkansız.

Ağaçlar artık çok aşağılarda kaldı. Ağaç olmadığına göre iki binli metreleri geçmişim demek ki. Buralar Asya gibi değil. Himalayalar’da üç, dört binlerde ağaç görebilirken, Türkiye dağlarında iki binden sonra ağaç görebilmek mümkün değil. Göllere zamanında varabilmek adına patika yoldan ayrılıp bodoslamasına önümdeki şimdilik çok dik olmasa da biraz sonra dikleşeceğini gördüğüm tepeye çıkmaya başlıyorum.

Tepeden inen son iki genci de gördüğümde yuttuğum lokmanın son lokmam olmaması dileyerek ağzımdan bir iki laf çıkıyor.

“Ben!... Fahri Hoca… Misafiriyim. Dün, geldik! Az yürüyeyim dedim… Lavaş yiyordum…” Nedense üzümlü olduğunu söylemek istememiştim. Herhalde çantamda kalan son birkaç taneciği alırlar diye korktum.

Ayak bileğimi tutan abi bir keçi çevikliği ile keskin kayalıklara tutunup kendini yukarı çektiriyor ve yanı başımda ayakta duruyor. Arkada sırtımdan tutan ise, suratımdaki naifliği görmediğinden hala omuzlarımdan bastırıyor.

Eh be Birader ne işin var buralarda? Böyle sırt çantası ile… Tek başına dolaşan birisi görünce bizde köye bir yabancı gelmiş, katil midir, terörist midir, ne idiyü belli olmayan it midir sapık mıdır diye düşündük. İnsan haber vermez mi buralara geleceği, dedilerse de, ben tüm bunları heyecanımdan o anda değil de, aşağıya yaylaya yürürken bana takılan benimle gülen abilerin neşeleri yerine geldiğinde algılayabilmiştim.

Aşağıda, yaylanın girişinde Muhtar, Fahri Hoca, Babam ve az gerilerinde İlkokul öğretmenin Esin Hoca’mın, neyse ki sınıfta değildik fena azar işitir bir de sopa yerdim, Annemin o az kızgın ama daha çok meraklı ve endişeli suratı ile karşılandım.

Gerisi teferruat işte… Zihin oyunları bunlar. Anımızı yaşarken an ve an geçmişi yaşar, an ve an gelecek de buluruz kendimizi. Anı hissetmeyi çoğu zaman ileriye bırakmadığımız ve anı yaşayabildiğimiz en güzel zamanlar ise yalnız kaldığımız doğadaki anlardır.

Kah anılarımla, kah yerdeki bok böcekleri ile, kah üzerine basmaktan çekindiğim karıncalar ile sohbet ede ede son dört buçuk saatimde sessizlik içinde yürüyorum ama göller hala yok ve zirvenin hemen altında olması gereken Karagöl, zirvenin uzaklığına bakılırsa bu akşam hava karamadan ulaşıla bilinecek yakınlıkta değil.

Kar kümeleri artmaya başladılar. Ve ne ile karılaşacağımı bilemediğin bir yolculuğa devam etmenin daha riskli olduğunu kabul ediyorum Eriyen kar sularının otlar arsından sızdığı bir düzlüğün az kuru bir yerine, nasıl olsa burada bu yükseltide ağaç olmadığından, yaşam da azdır, hayvanda yoktur, tilkide, ayıda gelemez diyerek çadırımı kuruyorum. Geceyi zirve’nin altındaki göller bölgesine az uzakta, tek başıma hedefime varmamış ama varacak olmanın hayali ile akşam yemeğimi yiyor ve çadırıma girip içinde yaktığım benim gibi tek bir mum ile hem sohbet ediyor hem de sayesinde ısınıyorum 





Son beş saattir hiç durmadan yürüdüğümden sessizliği bozan tek şeyin üzerine kurduğum kar kütlesinin altından akan su şırıltılarını ninnisinin tınılarında uyuyorum.

Sabah her dağ konaklamamda olduğu gibi güneşin çadırımın üstüne düşmesi ile uyandım. Çayımı demledim. Kahvaltımı yaptım. Yürüdüm ve on beş dakika sonra karşıma çıkan bir düzlüğün önünde Karagöl’ü gördüm.

İyi ki dün akşam yürüyüp gelemedim buraya… Zira ona ulaşmak istemiyormuşum. Arzuma, hedefime kavuşmak istemiyormuşum. Ulaşınca gördüm ki tüm hevesim bitermiş ona yapacağım yolculuk aşkım sonlanacakmış.

Oysa dün gece saat dokuzdan bu sabah dokuza kadar gölü hayal edip sessizlik içinde geçirdiğim gecede, aşkımı yaşamaktansa aşkıma yapacağım yolculuğumda yaşamak beni daha çok mutlu etmişti.

Gölü görüp, geri döndüm geldiğim yoldan…

Haziran 1999