Bizim de dün gece Ankara’dan kuzenlerimiz gelmiş hep birlikte baldızlarda güzel bir akşam yemeği yiyoruz.
Gece gündüze doğru daha ilk adımını atmamış ama saat ilerleyince, biz kalkalım dediğimizde “hay daa nereye?” diyorlar. Yolumuz uzun bu sefer. Hem kimselere görünmeden, hem de kimseler duymadan gitmeliyiz deyip şaşkın bakışları altında öpüşüp koklaşıp ayrılıyoruz yanlarından.
Gece gündüze doğru daha ilk adımını atmamış ama saat ilerleyince, biz kalkalım dediğimizde “hay daa nereye?” diyorlar. Yolumuz uzun bu sefer. Hem kimselere görünmeden, hem de kimseler duymadan gitmeliyiz deyip şaşkın bakışları altında öpüşüp koklaşıp ayrılıyoruz yanlarından.
Biz; o sene olduğu gibi, Anadolu’nun kıraç topraklarını gece sessizce geçip sabaha kadar yol almayacağız. En azından birkaç saat uyuduktan sonra yola çıkıp geçeceğiz aynı yolu.
Gecenin sessizliğinde saatimin alarmı çalıyor. Yatmadan önce erken yola çıkacağımızdan saati, sabah ezanından öncesine, dörde kurmuştum. Uyumadan önce de son sayfalarını bitirmekte olduğum, gideceğimiz yerler hakkında son birkaç sayfayı daha okuyayım diye geç yattığımdan, sabah saatin zırlamasına pek aldırmak istemiyorum. Sesi duysam da içim geçmiş, gözlerim hala kapalı. Birden nerede olduğumu bilmeden ya düşman duyarsa diye panikliyorum. Gözlerimi aralıyorum. Sıcak yatağımdayım.
Oysa Mehmetleri, Mehmetler derken bizim gezi arkadaşımız Alpsoley Mehmet ve ailesi değil. Geceleri hiç uyumadan ve kimselere görünmeden yol aldıklarından yorgunluktan gizlendikleri meşe ağacının altında iki büklüm uyuya kalmış Mehmetçikler. Onbaşısı Salim'in silah arkadaşları. O sabah sessizce dürtüklenerek uyandırılan Mehmetçikler....
Salim derken, Babam olan değil. Babamın Dedesi… Kendisi şehit olunca dönüp alamadığından, aile içinde Büyük Baba dediğimiz, Babamın babası Mustafa Dedemin, babasının yaşadıkları anısına soyadımıza ilham olan Büyük Büyük Dedemiz Salim. Yani sülalemizin İlk Ersavaştı'sı...
Saati kapatıyor ve kafamı yastığın altına tekrar sokarak uyumak için yorganı üzerime hızlıca çekiyorum. Esra’nın üzeri açılıyor ve korkuyor. Sık sık yaptığım gibi yorgana sarılıp yine kendisini açıkta bıraktığımı anlıyor. Bu hareketimi her yaptığımda değişmez karşı senaryo, Esra'nın, sarıldığım yorganı çok daha hızlı bir şekilde çekip alması ve beni cıbıl cızlak bırakması ile sonlanıyor.
Ben birazdan kalkıp giyineceğim... Oysa Mehmetçiğin değil bir yorganı, battaniyesi, kimisinin üzerine geçireceği bir kabanı bilem yokmuş. Salim Dedemiz de zaten hiç uyumamış o gece. Çavuşları, önlerindeki tepeye, Komutan Halil Paşanın yanına gidip geldikçe, yeni bir emir var mı diye merakla izlemiş, gözlerini kırpmadan hep açık tutmuş. Ama kendi askerilerine birkaç dakikalık da olsa gizlendikleri meşe ağaçlarının altında kestirmelerine izni vermiş.
Yataktan kalkıyor ve tüm ev ahalisini uyandırıp, her evden çıkacağım sabahlar da kaçta, nereye gideceksem gideyim yola çıkmadan önce yaptığım gibi kahvaltımı yapmak üzere mutfağa yöneliyorum. Dün aldığım taze tahini ağzıma atınca yine Salim Dedem geliyor aklıma.
Günde doksan ton yiyecek ikmali yapılan, adam başı altı yüz elli gram buğday ya da keşkek yanı sıra iki yüz gram kurutulmuş et yiyerek aylardır hayatta kalma mücadelesi veren yüz binden fazla Mehmet, o gün orada son emirlerini almak üzere birer meşe ağacı altında sessizce bekliyorlarmış.
Gezi arkadaşlarımız Mehmet Alpsoley’lerin, telefonlarımıza düşünen, “Biz evden çıktık, geliyoruz” mesajı ile son hazırlıklarımızı tamamlayıp bu sefer bir gece kalacağımızdan on’ar litrelik en ufak sırt çantalarımızı sırtlayıp apartmanın önüne iniyor ve arabaya biniyoruz.
Yolumuz uzun bu hafta sonu, sekiz yüz km’ye yakın yol yapmayı planladık. Ve sabah güneşini, bundan doksan yedi yıl önce tüm Anadolu’ya doğan güneşin doğduğu yerde Dumlupınar’ın Zafertepe’sinde doğurmak istedik.
Saat sabahın dördü buçuğu. Yola koyuluyoruz.
Aynı saatte, 1922 yılının o yirmi altı Ağusots sabahı, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde çay daveti vereceği bahanesi ile tüm düşmanların komutanlarını kandırıp, Ankara’dan araba ile gizlice geldiği Kocatepe‘de, Yunan ordusunun ana merkez yapmak için seçtiği Afyon ve Dumlupınar düzlüklerini gözleyip, saldırı emrini vermiş.
Yine o zamanda, savaş başlıyalı iki buçuk saat olduğunda, Yunan ordusu daha ilk anlarda bozguna uğramaya başladığı saatlerde biz Dumlupınar’a üç kilometre kala Zafertepe anıtı tabelasını görünce sapıyoruz . Güneş doğdu ama bulutların arkasında kendisini göstermek istemiyor.
Doksan yedi yıl önce, Ağustos’un yirmi altısında, sabahın dört buçuğunda başlayan Büyük Taarruz, dört gün içinde her birinde bulunan iki yüz bin askerin olduğu iki orduyu karşı karşıya getirmiş, sonucunda da istila edenin değil de, inancın ve vatan sevgisinin galip geldiği savaş olmuş.
Yüz elli binden fazla insanın hayatını kaybettiği muhaberenin son gününde, Dumlupınar mevkiinde bozguna uğrattıkları Yunan ordusunun, Uşak-Salihli-İzmir hattında kalan son birliklerinin de yok edilmesi için Mustafa Kemal Paşa, birçok Mehmetçiğin son kez duyacağı emrini vermiş.
“Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz…”
Gözlerim dedem salim'i arıyor, tepenin üstü sert rüzgârlara açık hiç ağaç yok, az aşağısında yıllanmış meşeler var, altta, yürüdüğüm yamaçta yerde yatan birkaç ota soruyorum sizler gördünüz mü dedemi diye, biraz önce geçti diyor berideki, dönüp arkama bakıyorum hangisi konuştu diye, yazın o sıcağında üzerine basılmaktan her dalı kırılmış iki tel yaprağı kalmış yaban otu gülümseyecek hali olmadığından üstüne bastığı için kızmadığı dedeme güç verircesine hadi salim’im, hadi mehmetçiklerim dayanın, saldırın dercesine sessizce bakmış, geçti işte şimdi üzerimden geçtiler, yanında bir kaç askeri ile diyor bir tanesi, ilerliyorum ama endişeliyim, o kuru otların tohumlarından doğmuş şimdilerde yeşermiş olanların üzerlerine basacağım da dalları kırılacak diye endişeliyim, ben de dedemin torunuyum ya, bu yeşilli olanlarda o gün dedemi görenlerin torunu olsa gerek, onlara basmaya kıyamadan daha az zarar görsün diye ayak parmaklarım üzerinde yürüyerek dedem dedem neredesin diye dolanıyorum, sesler artıyor, kulaklarımın yanından geçen fişek seslerine toprağa çarpınca patlayan bomba sesleri ekleniyor, yerlerde yatan şehitlere basmamak için ilerlerken görüyorum dedemi ve arkadaşlarını, öndeki arkadaşları gitmiş sanki de bizimkiler geç kalmış gibi endişeliler, endişesi doğumunu göremediği oğlu mustafa’nın yunan askerlerinin esareti altında yaşayacağı endişesi, cesaretleniyor birden, ne oğlunun ne onun torunlarının ne de bu topraklarda yaşayanları zülm görmeden yaşaması için arkadaşları ile hep birlikte el ele tutuşmuşlar da sahili kumluk olan bir plajda cumburlop denize atlayacaklar gibi gülümseyerek ilerliyorlar, ellerinde uçlarında süngü takılı, yandan kurmalı rus tüfekleri ile birden koşmaya başlıyorlar, patlayan bir bombanın yaydığı sese eşlik eden o sesi çıkaran bombanın düştüğü yerden fırlayan killi beyaz sert bir toprak parçası, hemen yanında duran bir mehmetin anlına çarpıp hızla kızıla boyanıyor, mehmet orada, mehmete çarpıp bana doğru gelen beyazı kırmızıya boyanmış killi toprak ayaklarımın dibine düşüyor, her yer patlayan bombalardan etrafa yayılan kırmızı beyazlı toprak, her yer şehit, her yer tepeden aşağıya var gücüyle koşan mehmetlere bakarken dedemi tekrar görüyorum, elinde tuttuğu sancak ile yerde sırt üstü, ayakları uzanmış halde ama kafası az kalkık yatıyor, gözleri ile sancağı gösteriyor, düşmeden al onu dercesine, gidip alıyorum üzerinde beyaz ay ve yıldız olan kırmızı sancağı, mermi vızıltıları devam ediyor, tepeye ilerliyorum ve orada anıta bakıp geçmişini arayan kızıma soyadımızla birlikte veriyorum.
Yaşadığı sürece özgürce sallasın diye...
Hava soğuk. Yere kırağı inmiş. Zafertepeyi kaplayan sisin burnumun önüne gelip geçen duman kokusu ciğerlerime girmiş.
İklim, Emre, Esra, Münevver, Mehmet, hepimiz sessizce, Dumlupınar ovasına bakan, Zafertepe anıtı önünde, M.K.Atatürk imzalı “Bir memleketi zapt ve işgal etmek o memleketlerin sahiplerine hakim olmak için kafi değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hakim olmanın imkanı yoktur.” yazıtını okuyoruz.
Hepimiz aynı yazıyı birkaç kez okuyoruz…
Dedeme, Dedelerimize şükranlar sunuyor ve Büyük Taarruzu biraz daha iyi anlamak için anıtın önüne konmuş taarruz planına göz atıyoruz.
Güneş kendini gösterdi. Dumlupınar müzesi açılmıştır diyerek Zafertepe’den ayrılıyor, ilçenin merkezinde meydanda Atatürk’ün büyük bir heykeline bakan lokantalar kepenklerini daha yeni açılıyorlar. Sorduk sabah çorbaları var mı diye, neyse ki hemen hazır ederiz diyorlar. Biz de bu arada Dumlupınar Başkomutanlık Müzesine giriyoruz.
Geçmişini, geleceğe anlatamayan toplumların başlarına ne gelmiş ise onun da bizlerin başına gelmemesini dileyerek, Kurtuluş savaşında, Rusya, Fransa ve İtalya’dan gizlice alınmış ve İngiliz piyonu Yunanlılara karşı kullanılmış tüfeklere, kılıçlara, patlamamış el bombalarına ve birkaç tekerlekli top arabalası ile top mermilerine, sırtlarında bebekleri ile kağnı arabalarında cepheye cephane taşıyan köylü kadınlarının bir kaç benzetimine, savaşa katılmış tüm komutanların sararmaya yüz tutmuş fotoğraflarına, Dumlupınar ve Afyon coğrafyasını anlatan Büyük Taarruzu daha net anlamamıza yarayan üç boyutlu kabartma haritalara ve birkaç eski askeri kıyafetlere gözlerimiz buğulu bakıyoruz.
Hepsi hüzünlü ama en hüzünlüsü de, ziyaretçisinin pek olmaması.
Her yer çok büyük yatırımlar yapan Türk halkının bu ilçeye arzu edilen önemi vermemiş olması her benzer durumla karşı karşıya kaldığımızda olduğu gibi bizleri üzüyor.
Sıcak çorba hepimize iyi geldi ama yetmedi. Sabahın o saatinde başka yemeği olmadığından sunamayan lokantacımız mahcup mahcup bizlerden özür diledi. Genelde hep öğlene gelirmiş müşterileri, sabahın bu saatinde biz nereden çıkmışız ki? O da şaşırmış...
Biz diyoruz;
"Yola çıkarız. Yolda yaşarız anı"
Lokantanın hem patronu hem aşcısı hem garsonu olan Dumlupınarlı güleryüzlü Arif Ustanın ikram ettiği sıcak çayları içip kalkıyoruz.
Soğuk buralarda bizim şehrimize göre erken başlamış. Isınmış vücudumuzu üşütmeden arabaya giriyor, yolda, ovada ilerlerken, Anavatanlarını savunanları, savaşanları anarak, biraz o zamanın politik hikâyeleri çocuklarımıza anlatarak Uşak’a ilerliyoruz.
Kasım 2019