Sinop

Karadeniz'in incisi Sinop
Gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara Otogarındayız. Ailecek otobüs de uyuyabiliyor olduğumuzdan gündüzü harcamamak için Sinop yolculuğumuzu gece otobüsüyle yapacağız.
AŞTİ’de yolcular da, otobüsler de vızır vızır. Yolcuları karşılamaya ya da yolcu etmeye gelenler ana kapıdan aynı anda girip çıkmaya çalışıyorlar. Kapı önündeki kuyruk sürekliliğini koruyor…

İlk defa kullanıyoruz bu otogarı. Bursa’daki otogarımızdan sonra biraz loş, biraz iç karartıcı geldi. Gerçi İstanbul’da ki vahim durumda bulunan Esenler otogarına göre çok daha iyi ama da Ankara gibi Başkent olmuş bir şehirde daha albenili olanını dilerdik…


Yolculuğumuzu gideceğimiz bölgenin en iyi şirketi Sinop Birlik  firması ile yapacağız. Yolculukları anlamayı, çevreyi gözlemlemeyi sevdiğimden internetten 1 ay önceden en ön sıradan, şoförün arkasındaki koltuktan yerimizi seçmiştim. Özellikle Çankırı’dan sonra ara sıra gözlerimi açtığımda otobüsün yolda içine düştüğü çukurlar ve virajlar, Sinop’un Anadolu ile içli-dışlı olamamasının nedeni açıklar gibiydi.

Tosya’ya, Merzifon’a kadar gelip Karadeniz hattına birçok kereler gitmiş, Sinop altındaki Kastamonu, Daday, Safranbolu, Amasra ve çevresine birkaç tatilimi geçirmiş olmama rağmen Sinop’un bir yol üstü şehri olmaması bunca sene buraya gelmemi geciktirmişti.

Ankara-Sinop yolu gündüz geçildiğinde çevreyi gözlemlemek adına coğrafi açıdan keyifli bir yol olsa da yolun bozukluğu ve özellikle uyumadığında virajlarda kusan İklim için biraz yıpratıcı olabilirmiş.

Çocukluğumdan beri her Türkiye haritası çizdiğimde, Türkiye’nin en kuzey noktasını bir sınır gibi düşünür, sanki İnce Burun Fenerinden baksam çok uzakları, zorlu göçlerin yaşandığı Kırım yarımadasının sahillerini, Yalta’yı göreceğimi hayal ederdim. Sinop, bu göçlerin Anadolu’daki ilk durağı olduğundan sanki hala oraların bir uzantısı, oralardan birer anı taşırmış gibi Anadolu’dan kopuk, kendine has bir şehir olduğu ve kendi özellikleriyle yaşadığı inanırdım.

Yeterince yatabilen koltuklarımızda başladığımız yolculuğumuzu sabah 6’da uykumuzu almış olarak Sinop’un birkaç otobüs şirketinin bulunduğu şehir dışına yeni yapılmış ufacık otogarında sonlandırıyoruz.

Gün ağarmaya başlamıştı. Uzaklardan, Karadeniz üzerinde gelen hafif bir esintiye takılmış iyot kokusunu duyabiliyorduk. Sinop’u, bir mantar başı gibi çıkıntı yapan bir yarımada ve iki yanına, biri doğuya diğeri batıya doğru uzanan 2 kıyı şeritleri arasında kalmış gibi düşünebiliriz. Tabi birde o mantar kafası gibi çıkıntı yapmış yarımadanın doğu ve batı yakası var.

Sırasıyla başlarsak en batıda Türkiye’nin en kuzey noktası İnce burun, doğuya doğru devamında bazı yerlerde Türkiye’nin tek flordu diye anılan Hamsilos koyu ve uzantısındaki kumluk Ak Liman sahilleri ve Sinopluların ada dedikleri yarım adanın dik ve kayalıklı batı yakası ile iri taneli simsiyah volkanik kumuyla ünlenmiş Karakum plajının bulunduğu doğu yakası ve uzantısındaki Samsun’a doğru ince taneli kumuyla ünlü plajlar bölgesi…

Ruhumuzdaki sebebini tam bilemeyiz ama meşhur yerler kalabalık olur deyip pek ünlü Karakum plajlarındaki oteller yerine biz plajlar bölgesinde bir otel seçmiştik kendimize.

Otogardan merkeze minibüs servis olsa da biz, şehrin doğu kıyı hattında ki plajlar mevkii de konaklayacağımızdan taksi ile gitmeye karar veriyoruz.

Yaşlı, ama traşını yeni olduğu parlayan sakalsız suratından belli olan bir amca, günün bu saatinde sadece bir otobüs geleceğini bildiğinden hiç acele etmeden sabah ezandan önce kaktığı yatağından namazını kılıp otogara geldiğini ve buralarda peşinden koşturulacak bir dünya halinin olmadığını hissettirebilecek kadar dindar, Samsun’a doğru sonlanan Küre dağlarının Sinop körfezine denize dik inen tepelerinin ardından göğü aydınlatan ama ortaya çıkmayan güneş gibi aheste bir halde valizlerimizi arabanın arka bagajına yerleştirmeye çalışıyordu.

Sabah serinliğinde arabaya yerleşip, “Antik Otel lütfen.” deyince, şoför amcanın suratına bir gülümseme geliyor.

İyi bir yer seçmişsiniz… Daha önceden biliyor muydunuz burasını? diye marşa basmaya başladı. Kolay çalışacağını umduğu arabası sabah serinliğinde çalışmayınca suratındaki gülümseme bir sıkıntıya dönüşüp konsola diziyle bir tekme savuruyor.

“ Yaşlı kınalı kuzum… Çalış bakiiim!” deyip tekrar bastı kontağa…

Birkaç gır-gır-gır seslerinin etrafı kapladığı gürültülü kontak çevirme denemesinin ardından çevrenin yeşiline ve dağların ardından artık doğmuş olan güneşin sarılığına ihanet edercesine siyah yağlı bir duman, arabanın çalışmasıyla egzozdan fırlayıp uzaklaştı. Uzaklaşırken de içimize çektiğimiz Karadeniz’in iyot kokusunu biraz bastırdı, genzimizi yaktı.

“Lanet olsun! Yaşlandı benim gibi” deyip zorla çalıştırdığı arabasını söylene söylene araç çıkışına yöneltiyor.

Ekonomi biraz yavaş buralarda… Pek kolay da araba değiştiremiyor, yenileyemiyoruz. deyip biraz önce yaşattığı olumsuzluk adına özür diler gibi yola bakarak aracı sürmeye başladı.

Sinop girişinde, yarım adanın son yıllarda halk arasında meşhurlaşmış eski Sinop cezaevine kadar uzanan geniş bir cadde yapılmaya başlanmış. Dış kaldırım bordürleri döşenmiş ama yol kısmı hala tam ezilmediğinden tozlu, kaldırım kısmı ise şimdilik kalın çakıl taşlı…

“Belediyeler, Devlet ile uyumlu olmalı…” deyip bir cümle kestirip atıyor.

Belediyelere oy verirken Devlete yakın olmayana oy verilirse istenildiği gibi maddi destek alınamıyor, böyle başlansa da bitmeyen, bir yaz boyu süren, gelen turisti de bezdiren, bizleri de yolsuz, susuz bir şehir de yaşamaya mahkûm bırakıyor, diyor.

Biraz üzgün, biraz da oyunu satmak istemese de son zamanlarda siyaset uyumsuzluğunda gelişmeyen ve ekonomik ambargo altında ezilen ama mevcut siyaset ile uyumunda yerel yatırımlarda uçmuş diğer komşu şehirleri hatırlayarak bir iç geçiriyor.

Caddeyi kesip doğrudan plajlar mevkiine geliyoruz. Yol üzerinde müşterisizlikten kapanmış bir oteli görmek canımızı sıkıyor. Yan yana sıralanmış birkaç kartal yuvası gibi Sinop yarımadasının doğu koyuna, masmavi sakin denizine bakan yazlık evlerin arasında geçip Antik otele geliyoruz.

Otelimiz bir koyun içinde kendine özgün bir başka sahili olan minyon koya bakıyor.

Sapsarı ince taneli plajı, kendisine özel gibi bir kayalık ve kayalarda büyümüş ağaçların sulara sarkmış kolları altında, Amazon ormanlarındaki bataklıklar gibi korunaklı ama dibi görünecek kadar temiz bir denizimiz var.

Buralarda deniz mevsimi 2 ay sürdüğünden birkaç günde bir yağan yağmurlarla sürekli nemli olan coğrafyada, bu parıldayan güzel güneşi ve çarşaf gibi masmavi denizi kaçırmamak için daha fazla beklemeden kendimizi sulara bırakıyoruz.

Yol yorgunluğumuzu atıp ardından iyi bir kahvaltı ve tekrar öğlene kadar deniz ve güneşin keyfini çıkarıyor, kona ile koyda gezip eğleniyoruz sonra da şehre inmeye karar veriyoruz.

Otel önünden geçen yerel minibüslerle hiç de fazla beklemeden kısa bir yolculukla şehre gelinebiliniyor. Geniş ama bitirilmemiş bir caddeden, ada denilen yarımadaya ilerlerken Eski Sinop cezaevini sağda görünce gezmek için minibüsten atlıyoruz.

1200’lü yılların başında Selçuklu hükümdarı İzzettin Keykavus’un kıyı koruması adına yaptırdığı kale, zaman içinde Osmanlının ve daha sonrada özgürlükler iddiası ile kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi hapishanesi olmuş.

Kırım Hanı Devlet Giray’dan Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, Zekeriya Sertel gibi yazar, düşünür sanatçıların kaldığı 3 tarafı deniz ile çevrili, kaçması imkânsız denilen, 22 metrelik kuleleri olan karanlık zindanları bulunan bu cezaevinde yatmış kişileri düşünerek dalıyoruz içeri.

İklim ilk defa bir cezaevi görüyor. +13 yaş kuralına uygun olup olmadığını sorgulamıyoruz onun adına... Hayatın gerçeklerinden birisi, kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde topluma hükmedenin, düşünce uyumsuzluğu sonucunda kendisi gibi düşünmeyenleri tıktıklarından dolayı bir anlam kazanmış, yaşam bulmuş bu mekânı görmesini ve tanımasını istiyoruz.

Tanımadan, görmeden gelişen bir beynin, yaşantıya bir yarar getirmeyeceğine olan inancımız eşliğinde, düşünce serbestliğinde gezdiğimiz dünyanın diğer mekânlar ile düşüncenin kısıtlandığı toplumlarda ki mekânlar arasında ki farkı algılamasını umarak bir avuç genişliğindeki penceresi bulunan sürgülü ana demir giriş kapısını yana kaydırıp ön avluya giriyoruz.

Dışarından gelenin isyankar duyguları yok etmek istercesine daha girişe yerleştirilmiş görüşme odalarının küçüklüğü ve pencerelerinin minyonluğu ve demir parmaklı, ses geçirmez camları karşısında özgürlük duygumuzu hemen orada, ön avluda çıkarıp bir çuvala koyuyor ve kenara bırakıyoruz…

Ara koridorlardan geçip arkaya, avluya bakan kısma geldiğimizde içimiz biraz olsun ferahlıyor ama dik kuleleri, orta avlu etrafındaki mahpus binaları, tuvaleti olmayan kara zindanları gezdikçe, günlerce, aylarca aç bırakılan insanın hiç bir şart altında yok olmayacak düşüncelerinden arınacağına, ıslah edileceğine daha da perçinleşecek büyümüş olan o düşüncelerin, bu hapishanede dik duvarların uzantısında denizleşmiş, masmavi gökyüzünde nasıl vücut bulduğunu anlayabiliyoruz.

Biraz önce görmesek inanmazdık ya, önünden geçtiğimizden bildiğimiz; dışarından deli gibi vuran dalgaların gelip duvarları yaladığını hissedebiliyor, denizi görmesek bile yüzümüzü yukarı çevirdiğimizde deniz gibi masmavi gökyüzünü görebiliyor, Sabahattin Ali gibileri gereksiz yere yatıran düşünce suçlusu ilan edenlere lanet ediyor, elimizden geldiğince bizden sonraki nesillere düşüncenin bir bireyin en doğal hakkı olduğunu aşılamaya çalışıp biraz da sinir bozukluğu ile çıkıyoruz Eski Sinop cezaevinden

Ama Sabahattin Ali’nin şiirini yazdığı, Kerem Güney’in bestelediği ve bizlere sözlerini sevdiren Edip Akbayram’ın seslendirdiği “Aldırma gönül aldırmayı” dilimize dolaşmış şehrin girişindeki tozlu yolun aksine yeni yapıldığı her halinde belli olan parlayan taş bir yol üzerinden dar bir caddeye giriyoruz.

Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma, Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül, aldırma

Dışarıda deli dalgalar, Gelip duvarları yalar, Seni bu sesler oyalar, Aldırma gönül, aldırma

Görmesen bile denizi, Yukarıya çevir gözü, Deniz gibidir gökyüzü, Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha, Bir sitem yolla Allah'a, Görecek günler var daha, Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter, Yollar gide gide biter, Ceza yata yata biter, Aldırma gönül, aldırma.

Anadolu’nun, Asya Avrupa arasında geçiş görevi ve buna bağlı elde ettiği bereketlilik sanki buralara hiç uğramamış… Sinop, Anadolu’dan uzak da, bir uç köşede kalmış olması, yıllar boyunca siyasi mahkûmları misafir ettiği yarı açık cezaevi nedeniyle devletin pek uğramadığı bir sürgün yeri gibi kalmış. Çok da büyük olmayan, ufak nehirlerinin oluşturduğu deltası üzerinde kendisini Anadolu’dan ayıran Küre sıradağları ile Karadeniz arasında sıkışması yetmezmiş gibi yaşamı alanını da ada denen ve birkaç km2 lik yarımada için de kalmasıyla, büyümesine, gelişmesine engel olmuş.

Sinop, tüm bu olumsuzlukları yenmek istercesine halkı bize pek bir cana yakın geldi. Belki çok da turist çekmediğinden, şimdilik kozmopolitleşmesi önlenmiş coğrafi yapısı sayesinde biraz uzak kökeninde Kırımlıların olması, biraz deniz ile haşır neşir olanların refaha ve özgürlüğe olan aşkı ile şu anki halkı kendi içinde özgürce, Anadolu’nun toplumsal baskılardan uzak, mutlu mesut yaşar bir haldeler.  İnsanlar evlerinde arzu ettikleri kıyafetlerle çıkıyor,  üzerlerinde ince bir bluz, bir şort ile minibüse biniyorlar ve 3, 5 durak ilerisindeki plajlara güle oynaya, ellerinde piknik sepetleri ile gidiyorlardı.

Bizim de yaşantımız, Sinopluların bu samimi hallerinden pek farkı olmadığından herhangi bir endişe duymadan elimizde havlularla ve meydandan aldığımız fabrikasyon olmayan ve mis gibi süt kokan dondurmalarla Karakum minibüsüne bitmiştik.

Öğleden sonramızı, hani çocukluğumu geçirdiğim İstanbul’un karşı sahillerde olduğundan görememişsem de eski fotoğraflardan aklımda kalan Kalamış plajlarını ama çocukluğum geçtiği için kendimi şanslı saydığım Florya plajlarındaki samimiyeti anımsatacak kadar bay-bayanın, genç-yaşlının, çoluk-çocuğun bir arada kâh denize girerek, kâh plastik şezlonglar olmadığından sımsıcak kara kumlar üzerine havlularda uyuklayarak, kâh piknik yaparak ama en önemlisi itişen ve bağrışan, elinde birası ile Almanı, gözü bir Rus’a talkı kalmış Türk’ü olmadan, buranın güneşi Akdeniz güneşinin kavurucu sıcağına da benzemediğinden terden sırılsıklam olmadan Karakum Plajlarında akşamı ediyor ve içimiz huzur kaplı bir halde minibüs ile otelimize dönüyoruz.

Akşam hava kararmaya yakın, adadan dönüş yolunda gelirken kale dibinde bir şişme çocuk parkı gördüğümüzden İklim de biraz kurtlarını döksün diye, hem de akşam yemeğinde Sinop da neler yeniri bulmak için tekrar şehre ile geliyoruz.

İçinde bulunduğumuz yarımada, Türkiye coğrafyasına benzer 3 tarafı denizle çevrili olmasına karşın, tüm ülkede deniz ürünü ne kadar tüketiyorsa, Sinoplularda deniz dibinde yaşamalarına rağmen deniz ürünlerini benzer seyreklikte tükettiklerinden bir de halkı evde yemek yemeği sevdiğinden, turist sayısı da şimdilik karınca kararında olduğundan çok balıkçı lokantası buralarda. Çok göç de almadığından dumanları sokaklara taşan kebap, lahmacun fırınları da yok.

Önce İklim’i oyun parkında zıpzıplara bindirip, şişme oyun alanlarında yorup onun keyfini yerine getirtip, merkezdeki liman üzerinde yürürken gördüğümüz balık lokantasının yanından geçip daha samimi olsun diye iskeleye demirlemiş bir takadan yayılan balık kokularına doğru kendimizi bırakıyoruz.

Aylardan Ağustos olunca balık yasağının etkisinde sadece olta balıkçılığı ile yakalanmış birkaç büyük balığın yanı sıra, kürekli kayıkları ile çıktıkları avlardan elleriyle attıkları ağlarla takılmış bir iki ay içinde büyüyüp Marmara’ya geçecek olan hamsi büyüklüğündeki, çinakoplar buranın sade ama lezzetli menüsü.

Sinop deyince akla il gelen yemeğin Sinop Mantısı olduğunu öğrenmiştik. Bizim ufaklık baştan pazarlıklı olduğundan takada balık yemedi. İklim'e yan sokakta getirtilen Ayşe Ablanın bol cevizli mantısını, biz de maalesef bir iskele takasında olduğumuzdan rakısız soframızda ama kendi ellerliye yaptıkları yerel şalgam suları eşliğinde balıklarımızı yiyoruz.

Ardında da liman üzerinde çay bahçelerine yaşadığımız yerlerde bulamadığımız demli ve kokulu Karadeniz çayını içip, elle işçiliği harikası boy boy takaların satıldığı dükkânlardan birkaç hediyelik alıp ve tabii ki sabah aldığımızdan pek sevdiğimiz süt kokulu dondurmalardan tekrar alıp otelimize dönüyoruz.

Sabah aynı güzellikle masmavi koy ve pırıl pırıl güneş odamıza girip bizi uyandırıyor.

Bugün Sinop’un Batı sahillerine gideceğiz. Oralara minibüs veya başka bir toplu taşıma yok. Ya taksi ya da daha özgür olunacağından güneş çok tepemize çıkmadan bir araba kiralayıp yola çıkıyoruz.

Gazlı bir Fiat Punto bize yetiyor. 20’liralık gazla da bütün batı yakasını dolaşırız deyip depoyu biraz gaz koyup Ak Liman kıyı yoluna giriyoruz. Tipik kıvrımlı bir Karadeniz yolu üzerinde giderken birden bembeyaz zambakları ile bembeyaz, uçsuz bucaksız Ak Liman sahili karşımıza çıkıyor.

Geniş bir kumsalı ve beyaz zambakları yalayan Karadeniz rüzgârı suratımızı ısırıyor gibi iğneliyor. Deniz hafif dalgalı buralarda... Hani bildik Karadeniz. Hani “Kara” adına inat beyaz dalgalı.

Beyaz dalgalarının üzerinden esen rüzgârın suratımız ıslatmasına izin vermek için sahile kadar gidiyor ama her yaz döneminde duyduğumuz onlarca ölümün temel sebebi olan Rip akıntıları (http://www.kantur.net/RipAkintisi.htm) eşliğinde denize girmeye çekindiğimizden sadece suya ayaklarımızı sokuyoruz.

Bu yaka, sürekli rüzgâr alan bir kıyı şeridi olduğundan pek evde yok. Birkaç deniz aşığı balıkçı ile bu rüzgârı her daim içine çekmeye çalışan, belki de karşı kıyıların, Kırım’ın, Yalta’nın, Sevastopol’un özlemini hisseden birkaç yaşlı Karadenizlinin kurduğu tek katlı yapılarda yaşayanların dışında kimsecikler yok bu alanda.

Ak Liman kıyısının sonunda “Hamsaroz Koyu” tabelasını görünce içimizi hem bir heyecan hem de bir şaşkınlık kaplıyor. Halk dilinde ve birçok yazılı kaynak da “Hamsilos” adıyla tanıdığımızdan gerçek tanımı Hamsaroz’dan devşirmesine herhalde Karadeniz’in kıvrak balığı Hamsi ile yöre insanının kıvrak zekâlı neden olmuştur deyip kendi aramızda gülüşüyoruz. Tabelanın gösterdiği yoldan Ak limanı arkamızda bırakıp sık ormanlıklı bozuk bir yola giriyoruz.

Hamsaroz şehre 10 km kadar uzaklıkta, orman yolunun greyderlerle açıldığı tozlu ve taşlı bir yolun sonunda. Küçük bir su akıntısı olan Deveci deresinin Karadeniz ile birleştiği yerde kayaların çökeltisi ile oluşmuş ama Norveç’in RIA kıyı tipine benzer olması sebebi ile Türkiye’nin tek fiyordu denilen ama bir gerçek fiyort olmasa da en azından görmeye değecek kadar güzel dik bir yarık içinde çayın denize dökülmeden önce yarattığı dibi görünmediğinden dipsizmiş gibi görünen koyu mavi bir göl ve yemyeşil cam ağaçları ile saklanmış Hamsilos koyunda birkaç 10’lu dakikalar geçirip, Türkiye’nin en kuzeyine, İnce Buruna yöneliyoruz.

Birkaç inişli çıkışlı tepeleri aşıp son virajı aldığımızda uzakta beyaz, bembeyaz bir fener bizi karşılıyor. Karadeniz daha da coşmuş, kabaran dalgalar daha da büyümüştü. Rüzgâr daha da sert esmeye başlamasıyla nerede olduğumuzu nereden geldiğimizi nasıl bir ülkede, nasıl bir coğrafyada yaşadığımız tekrar sorgulamak zorunda kaldık.

Çok değil… Daha 3 gün önce Bodrum yarımadasında, Türkiye’nin en güney batı ucunda tahta bir iskele üzerinde balık tutarken sıcaktan bunalınca serinlemek için suya girip çıktığımız da tuzdan gerinen derimizi yumuşatmak için tatlı su ararken, oralarda başka başka hayaller kurup başka hedeflere yelken açmışken, İnce Burun fenerinin keskin kayalarına çarpıp esintisi eşliğinde üzerimizi ıslatan, değil sıcaktan denize girmek, suratımızı yaladığında dahi içimizi ürperten, değil ayakta durup bir balık tutmak, Fenerin Kapısına dahi ulaşmanın sert esen rüzgar nedeiyle nerdeyse imkânsız olduğu bu coğrafya da buralardakilerin oralardakileri, oralardakilerin de buralardakileri nasıl anlayacağını ve nasıl bir ortak hedef de buluşabileceğini sorgularken kendimizi buluyoruz.

Sorgulamalarımızın da bir sonu vardır deyip Türkiye’nin bu en kuzey noktasında ki en kuzey kayalığından Dünyaya selam ediyor ve ıslanmış, üşümüş halde ama çeşitliliğin içimizde yarattığı mutlulukla, bunları görebilmiş olmanın hazzıyla geri dönüyoruz.

Tarihi konakları ve denize girilebilecek sahilleri ile Gerze ilçesi, Sinop’un güney komşusu Kastamonu’ya geldiğimiz bir başka gezide sınırlarımız aşıp da ziyaret ettiğimiz den bu sefer gitmediğimiz Ayancık ilçesinin İnaltı mağarası ve Akgöl'ü, Erfelek ilçesindeki Tatlıca Şelaleleri, doğal koruma alanı içinde ama zamanına göre avcılıkta yapılan göl, deniz, orman üçlemesinin bir arada olduğu Sarıkumbölgesi ve daha birçok yerel gezilecek yerleri olan Sinop’a elveda demeden önce Sinop el sanatlarının en değerlisi olan keten dokumacıların en güzel örneklerini sundukları Alaattin Cami arkasında ki yeni restore edilmiş Pervane Medresesinden sevdiklerimize birer keten dokuması alıp ardından da köşeden, yarın Ramazan Bayramı olduğu için Sinopluların aklın akın sipariş verdikleri kuru üzümlü, cevizli, tahinli lokumlarından bir kocaman kutu yaptırıp dönüş uçağımıza biniyoruz.

Ağustos 2012