Hoşgörü Kenti Hatay
Bir yol, yolcunun kaderi gibidir. Gidilmezse üzerinden, solunmazsa havası, tanışılmazsa ahalisiyle, kısacası paylaşılmazsa yolcu rahata, huzura eremez bir türlü…
Kurban Bayramında Suriye-Türkiye arası vizelerin de kalkmasıyla güney-doğu sınır illerimizde inanılmaz yükselmiş olan otel ve uçak fiyatları, birkaç hafta sonra olması gerekeninde altına inince içimizdeki seyahat canavarı uyandı. Cuma akşamı ucuzdan da ucuz bir fiyata Hatay’a doğru uçmak için Atatürk havalimanında soluğu alıyoruz.
Kurban Bayramında Suriye-Türkiye arası vizelerin de kalkmasıyla güney-doğu sınır illerimizde inanılmaz yükselmiş olan otel ve uçak fiyatları, birkaç hafta sonra olması gerekeninde altına inince içimizdeki seyahat canavarı uyandı. Cuma akşamı ucuzdan da ucuz bir fiyata Hatay’a doğru uçmak için Atatürk havalimanında soluğu alıyoruz.
Hatay uçuşunun gecenin bir yarısına doğru olması bu sefer bize bir avantaj yaratmış, akşam işten çıkarak havaalanına gelmiştik. Dolu dolu bir hafta sonu geçirmeyi planladığımız Hatay’da, uçağa binmek için tüm Güney Anadolu’ya uçacak uçaklar gece yarısında olduğundan diğer hatların Türk ve Arap yolcuları ile iç hatlarda bekleşiyoruz. Uçuş saati yaklaştıkça artan tatlı heyecan, 30 dakika rötar açıklaması ile biraz azalsa da keyfimizi kaçırmaya yetmemişti. Zaman ilerledikçe artarak gelen yeni rötar açıklamalarına, evlerine gidecek olan Antakyalılar ya da Suriye’ye geçecek, tahmin ettiğimden daha süslü ve bakımlı Arap yolcular için biraz can sıkıcı olsa da bizler için önemli olan yolda olmanın keyfiydi. Hele hele İklim ile ben, her anın keyfini çıkarmak istercesine havaalanın bekleme odasının bir köşesinde yanımızda getirdiğimiz topla çift kale maç yapıyoruz.
Hatay havaalanında ki sis yüzünden İstanbul’dan kalkışına izin verilmeyen uçağın 3 saat rötarla sabaha karşı kalkmasına izin verilince, Esra koltukta uyuduğundan yarı uykulu, İklim ise koşturmacadan kan-ter içinde kalmış halde yorgun bir şekilde uçağa giriyoruz. Ve daha oturur oturmaz uykuya daldığımızdan, uçağın tekerleklerinin pistte yere değmesi ile göz kapaklarımızı araladığımda, hala bir sis bulutu içinde yerde ilerlediğimizi görünce, inerken uyanık olmadığım için şükredip, ufacık bir apron kapısının önünde duran uçaktan iniyoruz.
Bu sefer bu yolculuk da 2 çocuklu 2 aileyiz. Bugüne kadar yaptığımız gezilerimizde bizden güç alan bir aileyi daha ayartmış olmanın mutluluğu ile onların daha 1 yaşına basmamış Emre bebek ile beraber 6 kişi, bebek arabalarıyla birlikte bir taksiye binip sabah karanlığında Asi nehrine bakan otelimize doğru gidiyoruz.
Kafamızda, Hatay hakkında duyduğumuz birçok hikâye var. Birçok dine merkez olmuş Hatay’ın (il adı) bugün içinde yaşadığı durumu merak ederek otel kapısına geldiğimizde tüm Antakya’yı (merkez adı) kaplamış sislerin içinden geçerek gelen sabâ makamındaki ezanın eşliğinde huşu içinde otel kapısından içeri giriyoruz.
Uykusuz değiliz, yorgun da değiliz. Ancak önümüzde gezilecek 2 tam gün olduğundan sarımsı ve gözenekli kesme taş duvarlarla çevrili, üzerinde siyah motifleri olan beyaz çinilerle döşenmiş oda içinde, ahşap kakmalı bir yatak başı ve üzerinde siyah ipliklerle dikilmiş beyaz boncukları olan vişneçürüğü bir yatak örtüsü serilmiş yatağa kendimizi atar atmaz uyuyup kalıyoruz.
Sabah çok geç olmadan uyanıyoruz. Birkaç metre ileride olduğunu net sesinden anladığımız bir kiliseden yayılan çan sesi, gözenekli taş duvarlardan geçip tüm odayı kaplayınca daha birkaç saat önce yatarken duyduğumuz ezan sesiyle beynimizden karşılaşıp karşılıklı dans etmeye başlamasıyla birden heyecanlanıp yataktan alel acele kalkıyoruz. Doğruca pencereye gidiyor ve kalın kırmızı perdeleri açıyorum. Dar Hürriyet caddesinde yağmur altında koşturan Antakyalılardan bazıları çapraz karşımızdaki yapımı 1890 yılına tarihlenen Ortodoks kilisesine doğru gidiyorlardı.
Geç kalmışlık hissi ile aklımızda buraya gelmeden önce methini duyduğuz Hatay yemeklerini düşünerek kahvaltı salonunda soluğu alıyoruz. Çeşit çeşit peynirler ve yöresel zeytinlerin yanı sıra üzerine zehtar (yerel kekik) serpiştirilmiş biraz kırmızı acı pul biber ve beyaz peynirle garnitüre edilmiş içi yeşil zeytinle dolu tabaklar iştahımızı daha da kabartmıştı. Güzel bir kahvaltı ile kendimize geliyor ve soluğu sokakta alıyoruz.
Aklımızın bir köşesinden kalan çan sesini aramak için Kudüs’ten sonra bölgenin en eski ve Orta Doğunun en ihtişamlı Aziz St Paul Ortodoks kilisesine giriyoruz. Gittiğimiz saatte kimse kalmadığından sadece kilise görevlisinin hoş geldin selamlamasıyla içeri girip yatak odamızdaki gözenekli taşlarından yapılmış avluda bir tur atarak ve burasının da Allahın bir evi olduğunu içimizde hissederek bildiğimiz duaları mırıldandıktan sonra tekrar Antakya sokaklarını ve eski evleri görmek için sokağa çıkıyor, turumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Daracık sokaklarda, birbiri içine girmiş Antakya evlerinin cumbalı pencereleri altında bir sağa bir sola dalıyoruz. Kimi çıkmaz sokaklardan geri dönerek bir başka dar sokağa sapınca kaybolduğumuzu anlayıp etrafımıza bakınıp bize yardımcı olacak birilerini ararken Celal ile karşılaşıyoruz.
Celal, dershane için vesikalık fotoğraf çektirmeye üzerinde üst düğmeleri açık geniş yakalı beyaz bir gömlek ile evden çıkmış ayakkabılarının arkasına basarak hızlı adımlarla yanımızdan geçerken bir o bizi, bir biz onu süzmüş olacağız ki bizi birkaç adım geçince durup geri dönmüştü. Ne arıyorsunuz diyecekti ki ben atılıp, “Sarımiye cami nerede?”dedim. Bizim uzaklardan gelen misafirler olduğumuzu hemen anladı Celal. Ve başladı bize rehberlik yapmaya.
Celal bizi önce 18 yy.da yapılmış şimdi taş evlerin arasına sıkışmış Sarımiye camiye götürdü. 1 kişinin zor geçebildiği bir kapının yanı sıra birkaç yüzyıldır yaşadığı insan hikâyelerini bizlere anlatmak istercesine gülümser bir haldeydi. Celal sonra da bizi, bölgedeki insanlık ve karşılıklı anlayış felsefesinden aldığı güçle sırtını dayadığı Sarımiye caminin arkasında dimdik ayakta duran, omuzlarımızın 2 yandaki binaların duvarlarına sürterek yürüyebildiğimiz dar bir sokak içinden geçirerek bir Katolik Kilisesine götürdü. Yan yana duran bunca farklı fikri bir arada yaşar halde görmek içimizdeki insan sevgisini daha da kıpırdatmıştı.
Ardında da hep birlikte eski bir Antakya evinden kahvehaneye dönüştürülmüş, Antakya gazilerinin dinlence mekânında biraz soluklandık. İçerisin de bir cümbüş havası vardı Gazi evinin. İç avlunun sokağa bakan kenarında dışarısının hayal meyal göründüğü küçücük pencerelere inat avluya bakan geniş pencereleri olan evden bağımsız olarak inşa edilmiş mutfakta ki büyük sacayakları üzerinde koca koca kazanlarda lohusa şerbeti kaynıyordu. Fokurtuların arasından uçup gelen tarçın kokusu, duvarlara asılmış tel elek ve bakır tepsilere çarpıp, bahçe içindeki ağaçlardan düşmüş portakalların yaydığı tatlı bir küf kokusuyla birleşerek daha tam olmamış kış hurmalarını yalıyor, ardında da tüm mekânı ve bizleri sarıyordu. Sabah kahvelerimizi, bu tarihi mekânda içip yolumuza kaldığımız yerden devam etmek için tekrar sokağa çıkıyoruz.
Celal, iki sokak ileride bir rahibe olduğunu ve evini gezdirdiğini söyleyince önce hem şaşırdık, ardından da heyecanlandık. Kapıyı birkaç tıkladıysak da, yaşlı rahibenin evde olmaması biraz olsun heyecanımızı azaltınca, Celal bizi tekrar görmediğimiz başka ara sokaklardan geçirerek önce 638 yılında bu bölgede ve tüm Türkiye’de yapılmış olan ilk camii sıfatını taşıyan Habibi Neccar camine, arından da Türkiye’nin her şehrinde bir tane bulunan Ulu camiye getiriyor.
Habibi Neccar, zamanında hem İsa’nın havarilerine inanan hem de Müslümanlığı kabul etmiş ve bu konuda canını vermiş bir Antakyalıymış. Cami içinde bugün kendisine saygı duyanların dua ettikleri bir türbesi ve avlu etrafında eğitim verilen medreseler bulunmaktaydı.
Habibi Neccar camiden çıkıp birçok ünlü siyaset ve din adamının yıkanırken kullandığı defne yapraklarının yağından yapılmış el yapımı banyo sabunları yapıp da satan bir mağaza gözümüze çarpıyor. Sıra sıra ipek eşarp ve keselerin yanı sıra boy boy yeşil renkli defne sabunların bulunduğu 6 m2’lik, 40 yıllık dededen kalma dükkân, Tahir Ustanın daha birkaç ay önce vefatı sonucunda kızı tarafından eskiler unutulmasın diye işletiliyormuş. (http://www.antakyadefnesabunu.com/) Defneyaprağının toplama zamanı, toplanırkenki dikkat edilmesi gereklerin kısa hikâyelerini dinliyoruz Tahir Ustanın öğretmen kızından.
Babasının ruhuna şat olsun diyerek her birimize ve ailelerimize aldığımız defne sabunları ardından iyi günler dileyip dönüyoruz gene sokaklara. Ulu cami içindeki turunç ağaçlarının kapladığı avludan geçerek, bugüne kadar Türkiye de gördüğüm en geniş nehir olan Asi nehri kenarına kurulmuş Hatay Arkeoloji müzesine giriyoruz.
Geçmiş yıllarda gezdiğimiz Tunus’ta ki mozaik müzesinden sonra dünyanın en büyük 2. mozaik müzesinde, prehistorik zamanda başlayan yaşamın Bizans dönemine kadar ki gelişmelerini görebildiğimiz gibi Samandağ, Atçana Harbiye ve İskenderun çevresinde bulunan yer mozaikleriyle de yörenin hem maddi hem de manevi boyutta ne kadar zengin bir dönem geçirdiği gözler önüne seriyordu.
Artık karnımız iyice acıkmıştı. Buralara gelmeden önce aldığımız tüyoların başında Uzun Çarşıya gidip bir tepsi kebabı yemek vardı aklımızda. Celal dersleri olduğunu için yemek davetimiz kabul edemeyeceğini söyleyip bizden ayrılmak isteyince, bizde ona derslerinde başarılar dileyerek teşekkür edip kendisinden ayrıldık.
Yağan yağmurunda etkisi ile daha da acıkan karnımızı bir an önce doyurmak için çarşı içinde koşar adımlarla kasaplar bölgesine gidiyoruz. Yolda gördüğümüz her türlü yiyecek, bizi kendisine doğru çekse de, içinden yayılan peynirleriyle sıcacık künefeleri ve yumuşacık bol şerbetli kadayıf yapan tatlıcıları yan gözle süzüp, yeme zevkini sonraya bırakarak sadece kokularını içimize çekerek geçip gidiyoruz.
Açlığımıza daha fazla dayanamayarak ilk gördüğümüz kasaptan içeri dalıyoruz. “Ne kasabı?” demeyin. Buralarda tepsi kebabı kasaplarda yapılıyor. Kasaplarda 1 gün dinlendirilmiş taze etler zırh yardımıyla doğrandığından oyuklaşmış tahta tezgâh üzerinde, yörenin yeşil otlarıyla bir güzel ovulduktan sonra birbirlerine karışan öz sularıyla terbiye edilmiş bir halde yandaki fırına gönderiliyor. Her tepsi bir Bismillah eşliğinde fırına verildikten sonra nar gibi kızarmasıyla masamıza gelen tepsi kebaplarını lapur lupur götürmemize rağmen ne yerken ne de yedikten sonra, son 10 senede hiç yağlı et yememiş olmamıza rağmen hiçbir rahatsızlık duymadan hayatımıza kaldığımız yerden devam etmemize biraz şaşırıyoruz.
Yörenin tarifi imkânsız yemeklerini tattıkça bu gezimizi biraz yemek gezisi olmaya başlıyordu. Yemek sonrası, bir sonraki yiyeceklerimize yer açmak için son yediklerimizi eritmek adına çarşı içinde bir bakırcılar kısmına, bir semerciler bölümünde bir tahtacılar, bir mobilyacılar hanına girip çıkıyor halkın hafta sonu çarşı heyecanına ortak oluyoruz.
Bizim bu halimizi gören bir sokak çaycısının davetine dayanamayıp ayakta, dükkân önünde bizlerin alışkanlıklarına göre daha sert olan tavşankanından da biraz daha koyu Arap çaylarıyla demlenmiş çayları yudumluyor, çocukluğumuzda sıkça kullandığımız sapanları İklim’e ve daha söylediklerimizi anlamayan Emre bebeğe gülerek anlatmaya çalışıyorduk.
Ardından da girdiğimiz bir künefecide yediğimiz künefenin tadını bir daha unutmamak üzere ısırdığımızda, bugüne kadar yediklerimin künefe olmadığına ve bir daha da başka bir yerde künefe yiyemeyeceğimiz karar veriyoruz.
Tekrar Hatay’a gelip künefe yeriz diyerek gece karanlığına bürünen Antakya sokaklarından bu sefer gece geçip, ışıklandırılmış eski evlerin ve kiliselerin önünden geçerek otelimize geliyor ve güzel bir uyku için ipek organ örtüsü ile kaplı yatağımıza kendimizi bırakıyoruz.
Üç metreye yaklaşan tavan yüksekliğinin yanı sıra taş duvarlar sayesinde ılık ve kocaman olduğu için ferah olan otel odamızda güzel bir uyku sonunda uyanıyoruz. Bugün Pazar… Bir önceki günde gezinirken kimisi yakınlardan kimisi uzaklardan gelen çan ve ezan seslerinin azalan etkilerini arttırmak istercesine karşımızdaki kiliseden Pazar ayinine daveti için bu sefer daha içten gelen çan sesleri eşliğinde kahvaltımızı tamamlıyoruz.
Bugünkü programımızda şehrin uzak noktalarına ve çevre ilçelere gezinmek var. Dün akşamdan görüşüp anlaştığımız Bereket bizi arabası ile gezdirecek. Sabah kahvelerimizin son yudumlarında Bereket arabası ile otel kapısına yanaşınca hep birlikte otelimize Allaha ısmarladık deyip bir daha otele dönmeyeceğimiz için tüm eşyalarımızı Bereketin Doblo’suna yüklüyoruz.
İlk durak St Pierre Kilisesi. Reyhanlı yolu üzerinde Antakya’ya 2 Km mesafedeki bu kilise, Hıristiyan âleminin Hac mekânlarından birisiymiş. İsa’ya inananlara “Hristiyanlık” adının ilk verildiği yer olan 13 mt. derinliğindeki 10 mt. genişliğindeki doğal bir mağaranın önü yine yörenin taşlarıyla örülerek bir ön duvar yapılmış.
Denilenler doğru mu bilemeyeceğim ama zamanında AB tarafından bu bölge için büyük maddi destek ile güzelleştirilmesi ve Hıristiyan âlemi için daha etkin kullanılması için bazı yatırımlar yapılmak istenmiş. Ancak çekingen toplumumuzun ileri gelenleri bu etkin kullanımın başka olumsuz tarafları olabileceğine düşündüklerinden, şimdilerde etrafı biraz çöplüğe dönüşmüş Habibi Neccar parkında ki St Pierre Kilisesi bence görmesi gereken saygıdan uzak bir şekilde tüm Antakya’ya hâkim bir şekilde kısık gözlerle etrafını süzüyordu.
Etrafın keşmekeşliğinden ruhani hislerle içeri girmemiştik. Ancak Emre bebeğin Başrahip tahtında oturmasıyla, St Pierre kilisesinin Aziz ve Azizelerin tüm iç güzelliklerini ve kendi harelerini Emre Bebeğe yansıttıklarını çektiğimiz fotoğraflara sonradan baktığımızda görebiliyorduk. : )
Vaktimizin kısıtlı olması nedeniyle maalesef Hatay ve çevresinde bulunan diğer birçok antik kent ya da dinsel alan kalıntılarının hepsini görme imkânımız olmayacaktı. Kendimize göre bir öncelik sıralaması yaptığımızdan, M.Ö 2 yy’da yaşanan veba salgınını durdurması için Charonion'a (Yunan mitolojisinde Cehennem Kayıkçısı) adanan kabartmasını, Samandağı yolu üzerindeki 480 metre yükseklikteki St Simeon manastırını, İskenderun yolu üzerindeki Bakras kalesini İsos Harabelerini ve bugünkü yazlık evlerinin olduğu Arsuz’u bir başka sefere bırakıp Çevlik sahiline doğru yola koyuluyoruz.
30 dakikalık bir yolculukla, Vakıflar köyüne giriyoruz. Sokaklar pırıl pırıl. Sanki bir bayram sabahı heryer yıkanmış gibi. Bereket bize bir sürpriz yapmış. Titus tüneli yoluna Samandağı anayolu üzerinden gitmeyip, bizim bilmediğimiz için gelmeyi planlamadığımız Türkiye’deki tek Ermeni köyünün Surp Asdvadzazin (Meryem Ana) Kilisesinin önünde arabayı durduruyor. Köyde şimdilerde 30-35 aile kalmış. Gençler ya büyük şehirlere ya da başka ülkelere göçmüş aş için, iş için. Kalan yaşları 60’lara yaklaşmış birkaç ailede köklerinin varlıklarını devam ettirmekten duydukları haz ile köylerindeki tek katlı kiliselerinin bakımına devam ettiriyorlarmış.
Tatlı bir sohbet sonrasında kilisenin kapılarını bizler için açtıklarında üzerine basmaya kıyamadığımız bir beyaz yolluk üzerinden yürüyerek (belki de süzülerek) kilisenin apsisine kadar (kiliselerde Doğuyu gösteren mihrap) ilerleyip buranında Allahın bir evi olduğunu içimizde hissederek bildiğimiz duaları okuyup İklim’e çıkarken verdikleri kendi yetiştirdikleri organik bala da teşekkür ederek yola koyuluyoruz.
Vakıflar köyünden çıkıp önümüzdeki ufacık tepeyi aşarak Hıdır Bey köyüne giriyoruz.
Ürdün’e kadar gidip, Musa’nın aşağı Nil vadisinden çıkıp ne zorluklarla ancak Nebu dağına geldiğini, Musa’nın gezindiği yerleri görmemiş ve Nebu dağında öldüğünü daha önceden inanmamış olsam, biraz başka düşünürdüm. Ama efsanelerle dolu Anadolu topraklarındaki hikâyeleri çok da eşelemeden duyduğumuz gibi inanmak, inandığımız gibi içimizde yaşatmak, beklide mutluluk perisinin içimizde yaktığı ateşi söndürmeden gezinmemize olanak sağlıyordu.
Zaman kavramı geniş olunca, mekân kavramının da çok önemi kalmadığından zamanın tüm saygı duyulan dinsel insanların buralarda sıkça dolaştığına inanılıyor. Hz. Musa, Hz. Hızır ile denizden gelip, dinlenmek için durduğu bu köydeki ufak bir dere kenarında otururken sapladığı asası toprakta yeşermiş, bir çınar ağacı olmuş. Bugün 20 metre çevresiyle zamanın tüm Hazretlerini bizlere hatırlatırcasına 5.000 yıllık bir abide şeklinde karşımızda durunca bizde bir çay molası vermeden edemedik. Bir tepenin bir yamacında yaşayan Ermeni halkı ile tepenin diğer yamacındaki yaşanan Müslüman halkı, Musevi toplumunun peygamberine olan saygıyı onunki ya da benimki ya da senin ki demeden kısacası ötekileştirmeden bir arda yaşayabildikleri bir yerden Titus tüneline gitmek için yavaş yavaş ayrılıyoruz.
Görmeden Titus tünelini anlamak zor. Bugünkü Çevlik plajının hemen arkasındaki Seleucia Pieria antik kentinin önüne yapılmış bir dere yatağı ve ucunda bir yaşam göstergesi olan Kaya mezarları… Dağdan gelen sellerin şehir limanını doldurması tehlikesi ortaya çıkınca İmparator Vespasianus zamanında dağ delinerek bir tünel açtırmaya başlamış Tünel İmparator Titus zamanında tamamlanmış. Sel suları, yüksekliği 7 m, genişliği 6 m olan bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtılıp limanın dolması engellenmiş.
Dedim ya zaman geniş olunca mekânında yeri karışıyor diye, Çevlik plajında doğu yönüne, Asi nehrinin döküldüğü yöne doğru giderek buralara kadar gelmişiz deyip Hz Musa ile Hz. Hızır denizden çıkarak buluştuğu yere, Hz. Hızır Aleyhisselam’ın Türbesi ziyaret etmeden edemezdik.
Bir alevi dergâhı hissi uyandırdı bizde türbe içi. İç mekân duvarlarında Hz Ali’nin boy boy resimleriyle, mangal üzerine atılan çerağanın ( bir çeşit çıra) dumanının kapladığı türbe içindeki taş etrafında 3 defa tavaf ederek döndükten sonra, İklim Arap alfabelerini ilk defa bu kadar yakından görünce birkaç dakika kımıldamadan karşılarında durup parmakları ile yazılarını üzerinden geçerek mırıldanmaya başladı. Biz biraz şaşkın, biraz ürkek içimizde ki güçlerin kuvvetini bir kere daha hissederek bildiğimiz tüm duaları okuyarak türbeden çıktık.
Bu kadar tarih bize yeter deyip yaşadığımız dünyaya geri döndüğümüzde yemek kültürünün zirveye ulaştığını her yudumda hissettiğimiz Hatay’da, kendimizi lokantalarıyla ünlü Samandağı yolu üzerindeki Harbiye Şalelerine atıyoruz. Çapkın tanrı Zeus’un çapkın oğlu Apollon’un uzaktan görüp âşık olduğu Daphe’nin kendisinden kaçarken Toprak Ana’dan kendisini saklamak istemesiyle üzerine örtülen dağın içinden, birkaç noktadan akan şelaleler için, Daphe’nn gözyaşları der efsaneler… Her anımızda, her yanımızı saran hikâyeler eşliğinde geçirdiğimiz 2 günün ardından güzel bir yemek ve tabii ki elde yapılan künefeyi yedikten sonra gezilerinde yaşamlar gibi bir sonu olduğundan havaalanın doğru yola koyulduk.
2 tam güm boyunca hiç durmadan yağan yağmur, sadece biz üzeri açık bir yeri gezmek istediğinde durması ve bizi hiç ıslatmamasına ne diyeceğimizi bilemiyoruz amaaaa her türlü dine saygı duyan Habibi Neccar’ın torunlarının yaşadığı dinleri Hıristiyan, Müslüman, Musevi olsa da temelde insanlığın sevgisine inanan Ermeni’si, Yahudi’si, Katolik’i, Ortodoks’u, Süryani’si, Alevi’si, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı bu şehrin bir başka güzel şehir olduğunu bize hissettirmişlerdi.
Bir huşu içinde geldiğimiz Hatay’dan bir huşu içinde ayrılırken tekrar gelmeyi dileyerek uçağa biliyoruz.
Aralık 2009