Gönen

Gönen'de bir 23 Nisan
Benim balonlarım vardı, onları kimler aldı?

Mutlu bayramlar vardı, kim bilir nerde kaldı?


Dostumdu benim balonlar.


Çocuklar beni anlar, çocuklar ve o balonlar…



Bayram olur da, acaba İbo’yu anmadığımız bir an olur muydu? Bu bayramda İbo’yu ansak da çocuklukta yaşadığımız bayramların ukdesi içimizde kalmasın diyerek çıktık yola.

İklim’e bayramı hissettireceğiz diye şehirde sabah oramız buramız tutulmuş yataktan kalkacağımıza, kalkınca sabahın sıkışık trafiğinde nereye gitsek de kıza bilmediği 23 Nisan’ı göstersek diye saatlerce düşüneceğimize, kalkmanın kolay, bayram eğlencelerinin yakın olabileceği bir yere, bir köye ya da bir kasabaya gitmeye karar verdik.

22 Nisan’da iş çıkışı aldık direksiyonu elimize. 2 saatlik bir yolculuktan sonra Gönen’e girerken bizim çokbilmiş yeni yetme İklim, doyumsuzluğa adım atmaya başlamış yaşantısında, tüm yol boyunca emniyet kemeriyle bağlı arka bebek koltuğunda kendi ifadesiyle “canı çok ama çok sıkıldığından ve hava da karardığından”, polislerin artık onu görmeyeceğine karar vermiş, kendi kendine kemerini çözmüş, akülü arabasını kullanmayı zaten bildiğinden de, bu arabayı da kendisinin neden kullanmadığına bir türlü kafası basmadığı için, bir yandan ısrarla “Yelek” ismini taktığı Kangoomuzu kullanabileceğini mızmızlanarak söylüyor, bir yandan da Esra ile öne, aramızı girmeye çalıyordu.

İklim’le, arabayla 200 km üzeri bir yere gidilemeyeceği bildiğimizden, Bursa etrafında 200 km’lik bir daire çizerek gidilebilecek yerlerden birisi olan Gönen’de ki otelimizin parkına girerken yolun daha uzun olmadığına seviniyorduk.

Bizim ki, kendisine özel olarak hazırlattığı tekerlekli çantasını çekerek otele doğru ilerlerken valizi biraz ağır bulunca başladı tekrar söylenmeye.

Yok, bu ağırmış da, kendisine ufak bir tane almalıymışız da. Hatta mor olmalıymış alacağımız çanta, ama çok da ufak da olmamalıymış, Güzin bebeğini de çantasına koyabilmeliymiş. Ama mutlaka mor olmalıymış…

Artık alıştık İklim’den sık sık fırça yemeğe. Çocuk işte. Büyüklerinden (!) ne görse aynısını yapıyordu…

İklim, bir yandan söylenip bir yandan bizim önümüzden otel kapısına doğru giderken, kapıda ki kenarları çift sıra altın-yaldızlı pantolonuyla biraz palyaçoya benzeyen otel görevlisi, bizim bu halimize acıyınca, kapı görevini bırakarak 4 yaşındaki çocuğuna valiz çektirmeye utanmayan biz ailesine garip bir bakış fırlatıp, İklim’e doğru yöneldi ve elinde ki valizi almak için ilk hamlesini yaptı.

Birkaç metre önümde, Esra arabadan sadece kendi el çantasını almış, Kül Kedisinde ki kıskanç ve gaddar üvey annenin sürekli Sindrella’yı çalıştırdığı gibi kızının valizi çekmesine aldırmadan, işini doğru yapıp yapmadığını kontrol edercesine peşinden ağır aksak ilerlerken, ben yol boyunca İklim’in birkaç kes çişim geldi diyerek bizi korkutup benzincide durdurmasının ardından zorla soktuğu marketten bir çikolata, şeker gibi abur cuburlardan ya da yol üzerinde asfalt kenarına kadar yayılmış içi saman dolu bebek kuzulardan almadan buralara kadar gelebilmiş olmanın mutluluğu ile ilerliyor ve birkaç saniye içinde başlayacak olan savaşa nasıl müdahale etsem diye düşünüyordum.

Kırmızı fötr şapkalı kapı görevlisi, benim elindeki valizi almak yerine İklime doğru bir öncelik verince bizimki otelin terasına tek sıra yerleştirilmiş masaları etrafında akşam çaylarını yudumlayan, %100 dumansız hava sahası sloganı yüzünden içerde içemediklerinden sigaralarını dışarıda, ayakta tüttüren misafirlerin şaşkın bakışları altında birden avazı çıktı kadar bağırmaya başladı.

“Babbbaaaa. Amca valizimi alıyoooo…”

Gönen’de Belediyenin işlettiği kaplıca otellerinden birisine gelmiştik. Otelin bir kaplıca olması sebebiyle terasta oturanların çoğunun yaşları biraz ilerlemiş, muhtemelen her birinin en az bir, birçoğunun birden fazla torunu olan, torunlarının her bir “hiyyyykk”inde onların yanında bitiveren, günde üç beş tane çikolata bisküvi, bebek alan, değil ağlamaya başlaması, dudaklarını bir kayık haline getirdiklerinde dahi kendi çocukları sermayeleri olsa da torunlarını birer kâr olarak gördüklerinden, kârın değer yitirmemesi için torunlarına koşarak onları kucaklayıp “Bu çocuğu ne kadar da üzüyorsunuz canım!” derken bir zamanlar ne kadar çok üzdüklerini unuttukları çocuklarına bir fırça daha atmayı ihmal etmeyen sayıları 15’a yakın otel misafirlerin, çocukları peşi sıra yürüyen biz acımasız anne-babaya fırlattıkları aşağılayıcı bakışlar altında ezilmeli miyim yoksa çocuğuma kendi çantasını taşımasının verdiği güvenle yapmak istediği bir şeyi yapmasının engellenmesine karşı ortalığı ayağa kaldıran bu davranışından gurur mu duymalıydım bilemedim.

Kapı görevlisi, İklim’in bağrışından kelimeleri anlamadığı için sanki çocuk tekerlekli valizin altında eziliyormuş diye düşünüp, son hamlesini biraz daha hızlı attı. Bir eliyle valizi diğer eliyle de ezilmesin diye kavradığı İklim’i havaya kaldırmasıyla, bizimki artık tepki boyutunu şımarıklık boyutuna çevirmiş, kucak istemediğini biraz gereksiz yere hatta ve hatta aşırı şekilde bağırarak söylediğinde ben artık gurur duymak değil yerin dibine doğru saklanmak için sığınacak bir yer arıyordum. Bu durumdan bir an önce kurtulmak için görevliye dönüp “Valizini kendi taşır. Daha büyümedi(!) Siz şimdilik bizimkini alınız.” dediğimde görevli o ana kadar terasta ki yaşlıların çoktan yapıştırdığı “Gaddar ve acımasız baba” etiketinden bir tanede daha anlımın ortansa, avucunun içiyle şaplatarak yapıştırdığını hissettim.

Komi, benim uyarımla gerçek yaşam koşullarını birden hatırlayıverdi. Adamcağız zaten 3 kuruşa otel kapısında çalıştığından ne benim gibi bir hainle, ne de İklim gibi bir cazgırla uğraşmak istemediğinden hemen denileni yaptı. Önce özür diler bir halde İklim’i yere indirip diğer eliyle kavradığı valizi İklim’e geri verirken, boşalan eli ile benim elimde ki valizi alarak bizim önden gitmeniz için yol verip geride kalmayı tercih etti.

Otele doğru yürürken, adamın arkamdan, içten içe söylenerek geldiğini hissediyor, ancak tam olarak ne söylendiği duyamıyordum. Önde çekerek götürmeye çalıştığı valiziyle İklim, arkasında Esra ve ben, arkamızda tek eli boş kapı görevlisini gören otel resepsiyonunda ki Müdür, bu durumdan rahatsız olmasına fırsat verdirmemek ve daha fazla yorum yapmasını engellemek için hem de artık orama burama yapıştırılmış etiketleri çıkartmak istediğimden, İklim’i hızlıca kucağıma alıp, valizi de diğer elimle çekerek “Eh geldik ufaklık!” diyerek resepsiyonun yanına hızlıca yanaştım.

“Ersavaştı Ailesi, yer ayırtmıştık...” dediğimde. Resepsiyon müdürünün hala hem bize, hem de ISO Kalite Standartları gereği onlarca kere verdirdiği iş eğitimleri sonucunda elemanının artık beynine kazınmış olduğunu zannettiği “Misafirin bavulları, misafirlere taşıtılmamalı. Elinden alınmalı!” kuralını neden yerine girmediğini anlamak istercesine, bir elimdeki İklim’in valizine birde arkadan sallanarak gelen komiye bakarken, ben havayı dağıtmak için “Gene gelebildik sizlere. Ne şanslıyız.” deyip gülümsedim.

Gönen Kaplıcalarını, yıllar önce Gönenli bir arkadaşımızın düğünü için geldiğimizde tanımıştık. Burası, Türkiye’de ki diğer kaplıcaların aksine her türden insana, bir park etrafına konuşlandırılmış 4 farklı otelinde, farklı kaplıca hizmetleri sunabilen, hatta ve hatta park çevresine inşa edilmiş birkaç ufak özel otelde ve birçok evde, pansiyon hizmeti eşliğinde halka açık diğer kaplıcalardan da yararlanılabilinen bir kaplıca merkeziydi.

Daha önceki gelişimiz sonucunda, giderken vücudumuzun yumuşaklığını hatırlayarak şu anda kösele dersine dönüşmüş derimizi tekrar yumuşatacağımızı ve dinlenerek bir kaç gün geçireceğimizi hayal ederek, kaydımızı müdürün anlamsız bakışları altında yapıyoruz.

Komi, müdüründen yediği sessiz fırçayı tekrar yememek için biraz da valizleri kendisi otel odasına çıkartırsa birkaç kuruş bahşiş alacağını düşündüğünden İklim’in bıraktığı valize sıkısı sıkıya yapışmış, kayıt işlemlerimizin bitmesini bekliyordu. Bizimki, oturduğu resepsiyon masasında, bu sefer Müdürün kalemini beğendiğinden adamın bana imzalamam için verdiği kalemi, boya yapacağım diyerek hızlıca çekip, kayıt kartının üzerine bir ufak çizik atmayı ihmal etmeyince, şimdi tekrar ders zamanı deyip, daha fazla inatlaşmamak için başladık İklim’e otel kurallarını sıralamaya. Kalemin şu işe yaradığını, buranın bir otel ve buraya dinlenmeye gelmiş misafirler olduğunu, valizlerimizi, kendisine, kırmızı palyaço gibi görünen Ağabey tarafından odaya götürüleceğini ve onun bize odayı göstereceğini bir çırpıda anlattı verdik. Bizimki yeni bir şey yaşamamın ve bu yeniliği anlamanın keyfi ile bize ve komiye gereken izni, sessiz kalarak verdiğinde içimiz biraz olsun rahatlamıştı.

Ama ne yazık ki sessizlik kısa sürüp anlattıklarımız hakkında neden ve niçin’ler ile dolu bir sürü ardışık soru karşısında otel koridorunda ilerlerken her 3-4 yaş çocuk gibi biraz sesli konuştuğundan bu sefer ders-3: “Koridor Kuralları” kısmına geçmiştik. Lobide ki mermer alandan kırmızı halıyla kaplı koridora geçtiğimizde bu bölgede uyuyanların olduğunu ve kısık sesle konuşulması gerektiğini söylediğimiz de İklim’in beyninde çakan şimşeklerden tabii ki haberimiz yoktu.

Kominin bizimkine ders vermek gibi bir endişesi olmadığından, tek isteği olan akşama evde ki çocuklarıyla geçireceği anlara katkı olsun diye ya da yarın bir 23 Nisan eğlencesine katılmak için gidecekleri parkta çocuklarına bir balon, bir elma şekeri alabilmenin hayaliyle, vereceğimi umduğu bahşişi hak etmek adına bizden önce odaya girmiş, gündüz alınan bir banyo sonrasında güneş ışınları odaya girmesin de odada rahatlıkla uyunsun diye duvarın dibine kadar çekilmiş kalın kırmızı perdeleri açmış, ardından da odaya temiz hava girsin diyerek otel önündeki uzun palmiyelerle donatılmış, rengârenk çiçeklerin ekildiği Gönen parkına bakan sineklikle kapalı balkon kapısını hafif aralamıştı.

Güler yüzlü genç komi, elinde televizyon kumandası ile televizyonu ve mini barı gösterirken İklim, kucağımdan zıplayarak yere atlayıp adamın elinden kumandayı bir çırpıda kaptı. Son 2 saattir sıkı sıkıya bağlı oturduğu koltuğunda kurallarla dolu Bursa-Gönen yolculuğunun ardına eklenen kurallarla dolu bir otelde, şimdilik hiç anlamadığı Ulusal Egemenlik ve kısmını geçsek bile yolda sık sık dile getirdiğimiz 23 Nisan Çocuk Bayramını sıkılmadan nasıl yaşayabileceğini kavrayamadığından, kendine tek tanıdık gelen ev arkadaşı, televizyon kumandasının 9. tuşuna bastı.

Komi yolda gerekli ilk fırçayı yediğinden bu duruma müdahale etmemesi ve ortamın gerçek karar vericisini kızdırmayıp para basan babasının üzülmemesi gerektiğini daha önceki çocuklu ailelerle yaşadığı tecrübelerinden bildiğinden bu sefer yerinden kımıldamadan beklemesinin kafasında kurduğu bahşişin hayrına olacağını çok iyi biliyordu. Ancak büyüklerin her türlü tedbirine rağmen çocukların her an beyinlerinde yaratabildikleri farklı bakış acıları sayesinde, komi diğer elinde tuttuğu anahtarı daha elektrik kutusuna sokmamıştı ki İklim, televizyonun evden bildiği tuşuna basmış olmasına rağmen açılmamış olmasına tepki göstermek için “Bu çalışmıyor babaaaa…” diye odaya yayılan ve kim isterse onun üzerine yapışacak olan ikinci fırçası zavallı adamcağızı heyecanlandırmıştı. Alel acele kutuya anahtarı sokayım derken titreyen elinden anahtarı yere düşürdü.

Ben bir yandan, bir zamanlar kendilerinin, daha sonraki yıllarda çocuklarının, şimdilerde torunlarının, kısacası bu yaşlarda ki her çocuğun yaptığı gibi İklim’in yüksek sesli konuşmasının, yaşları ilerledikçe geçmişi unutanlar tarafından bağırış şeklinde algılanacağını bildiğimden açık olan oda kapısından çıkıp giden bu sesin, karşı odalarda, kaplıcada hamura dönmüş misafirlerin uyanmaması için kapıyı ani bir refleksle hızlıca itince sanki oteldekilere inat yapar gibi açık olan balkon kapısından gelen hafif bir rüzgâr, kapıyı bir Çin mabedinde ki büyük davulun çıkardığı sesten daha tok ve daha gürültülü bir ses çıkartarak çarpıp kapanmasına neden olmuştu.

Komi anahtarı yer düşürdüğü için benden, ben de kapıyı çarptığım için komiden utanarak adamla birkaç saniye yüz yüze bakındık.

Bizim ufaklığı ikna etmek annesine kalınca, çalışmayan televizyondan hırsını almak istercesine arkasına dönüp yatağa yatmak istediğinde odada 2 yatak görünce başladı tekrar söylenmeye.

“Bababbaaa neden benim yatağım yok? Yoksa bu tek olan benim mi? O zaman neden annemin yok? Birlikte mi yatacağız? ” diye ardışık soru bombardımanı karşısında komi sabahtan beri iki kere fırça yiyip daha fazlasına tahammül edemeyeceğinden hem de gitgide beklediği bahşişi kaybetme ihtimali arttığını hissettiğinden, İklim’e dönüp aynı anda ileride yardımı olur, ne olur ne olmaz ben bu kızla dost olayım dercesine “Sana şimdi yatak getireceğim Cici Kız.” dedi.

Tepesinden boynuz gibi sarkan biri pembe diğeri kırmızı iki toka sayesinde sivriltilmiş saç yumağıyla Cici Kızdan çok bir Şeytan yavrusuna benzeyen bizim sarışın, söylenene pek inanmamış bir halde kapıdan çıkan adama bir bakış fırlatıp tekrar televizyonun evden bildiği 9. tuşuna bastı. Ardından bu sefer biraz sessiz “Yatağım gelecek değil mi anne?” diye bir yandan televizyon seyrediyor bir yandan da annesinden, yatağının gelmemesi halinde ileride koz olarak kullanmak için gerekli teyidi şimdiden almak istiyordu.

Kapıdan hızlıca çıkıp giden kominin açılır yatağı sürüklemesiyle gıcırdayan tekerlek sesi oda içine kadar gelince, günümüzün gençliğinin erken kazandığı bireyselliğinin yarattığı rahatsızlığı üzerimizden atsak da Esra ile bir an göz göze gelip umarız çocuk televizyonu vardır diye karşılıklı sessiz bir dilekte bulunmuştuk.

Yatağın kurulmasıyla gerçek bir bahşişi hak eden komi yaptıklarına karşı aldığıyla mutlu olunca hepimize iyi dinlenceler dileyip odadan çıktı. Elektrik düğmesine anahtarı soktuğumuzdan açılmış olan televizyonun 9. kanalda ki “Cartoon Network” sayesinde birkaç dakika olsa da sakin ve sessiz odamızda İklim ayaklarını havaya dikip, iki elinin avuç içlerini çenesi altına destek yaparak yüzükoyun yattığı yatağında televizyon seyrederken Esra’da ben de biraz olsun dinlenmek için yataklara uzanmıştık.

Gönen, Balıkesir ilinin bir ilçesi olup, İzmir ve Ankaralılar için biraz daha uzun olsa da, İstanbulluların Bandırma üzerinden feribotla rahatlıkla ulaşabildikleri ( www.gonenkaplicalari.com ) bir kaplıca merkezi. Belediye yönetimindeki kaplıcalar ve ilçenin merkezinde ki parkı, günün her saatinde, yılın her gününde hem Gönenlilere hem de gelen tüm konuklara güzel ve dinlenceli anlar sunabiliyordu. Park içindeki yürüyüş ve bisiklet yolları gürültüden uzak bir hafta sonu geçirmek isteyenlere sayısız fırsat yarattığı gibi, yüzlerce sık ağaçlarla çevrili 3-4 çay bahçesi ve birkaç çocuk oyun parkı, aileleri ile gelen çocuklar içinde tam bir eğlence dünyasını oluşturuyordu.

Park kısmına diyecek bir şey yoktu da, yıkanma konusunda ki sorunlarımız nedeniyle, İklim’e yol boyunca banyo terimi yerine hamam terimi kullanarak buraya kadar geldiğimizden içinde ki merak ateşini yakmayı becerebilmiştik. Son 2 senedir her banyo yapışında ağladığından, alt komşumuz artık duruma alışmıştı. Ama burada, hamamda ne olacağını pek bilmediğimizden duruma biraz mesafeli yaklaşıyorduk. Biz, hem yol yorgunluğunu atmak hem de ders bilmem kaç adına İklim’in yaşantısına bir tuğla daha koymak ve kendi yaşantımızda da bir kademe daha ilerlemek için birlikte hamama inmeye karar verince, oda da bornozlarımızı giyinirken bizimki üzeri bugünlerde pek moda olan Ben10 logolu kendi sarı bornozunun, kendisine haber verilmeden valizine konmuş olmasına biraz bozuldu. Ve bu hamama neden bornozla gidilmesi gerektiği pek de çözememiş olduğundan, endişeli bir halde “Ben yıkanmayacağım!” serzenişlerine başladı. Her şeye rağmen, merak ettiği hamama gitmek için kıyafetlerini çıkarıp peşimiz sıra gelmeye karar verince oda kapısını açıp koridora bir adım attık.

Otelde akşam yemeği, biz daha odaya çıkarken başlamıştı. Gün içinde hamamda dinlenmiş ve karnı açıkmış beylerle, süslenerek odalarından çıkan hanımlar yemeğe inmek için yanımızdan geçip gidiyorlardı.

Kapıdan çıkarken Esra’ya dönüp anahtarı unutmaması için dışarıdan seslendiğimde İklim “Hışşş babaaa kırmızı halıda sessiz olmalısın!” diye yeni bir fırça atınca, kapının önden geçip yemeğe inmekte olan biraz önce kapıyı çarptığımda rahatsız olduklarını tahmin ettiğim yan oda komşularımızın garip bakışları altında birden sustum.

Dedim ya artık alıştık İklimden fırça yemeğe diye. Hep birlikte sesiz sessiz koridorda ilerleyip halıyla kaplı koridordan çıkmıştık ki, bizimki bu sefer 1 Mayıs gösterilerinde polis tarafından yakalanıp ağzı kapatılan göstericinin polisin elini ısırıp ağzını boşa çıkarttığında atmaya başladığı slogan gibi azavı çıktığı kadar bağırarak “Bitti babaaa. Bitti! Şimdi normal konuşabilirsin.” dediğine çok ilerdeki lobide ki komi ve resepsiyona ki müdür bize dönmüş, biraz önce ki dersin ne kadar işe yaradığını hemen anlayıvermişti...

Bizde İklim’in beyninde ki sınır çizgilerinin ne kadar gerçek sınırlar olduğunu hemen kavramıştık. Ufaklığı kucağıma alıp koşar adımlarla başım önde lobi kenarından geçerek kendimizi hamama attığımızda, yemek vakti olduğundan tüm kaplıcada tek başımıza olduğumuz için içim şimdilik biraz olsun rahatlamıştı.

Çocuk ilk defa bir hamam görüyordu. Önce sıcak suyun neden bu kadar sıcak olduğuyla ilgili onlarca soruya cevap verirken her tarafımdan akan terlerle, birden öğrencilik zamanım da ÖSS sınavında neler çektiğimi anımsadım. Birkaç soru sonrasında buranın bir banyo olduğuna karar veren bizimki başladı havuzun etrafında gezinirken tekrar söylenmeye. Kendisi sıcak havuzu sevmezmiş. Çabuk çıkmalıymışız... Anneannesi gelmiş mi buraya? Bunun soğuğu yok muymuş?

Sorular ardı ardına, bombardıman gibi gelince bizde artık her soruyu cevaplamayı bıraktık. Buna kızan ufaklık, kenarda bizim çıkmamızı beklemeye başladı. Ancak bizde yeterince cindik ya(!), banyoyu sevmese de su oyununu yeterince sevdiğinden kurnalardan birini ona tahsis ederek eline bir tas, bir de sabun tutuşturup kurnayı suyla doldurup, doldurup boşaltmasını öğretip onu kendi haline bıraktık. Biz de bu arada güzelce bir banyo yaptık. Ama hanımefendi, bir yandan kurnada ki suyu tasla yere boşaltıyor bir yandan da daha geçen hafta (!) evde yıkandığından yıkanmaması gerektiğini ikide birde söylenmeyi de ihmal etmiyordu. Allahtan oyununa sabunda karşınca orası burası sabun olduğundan, öyle sabunlu çıkamayacağına kendi de karar verince, bir kere de olsa bir kaç tas su ile yıkandı. Kısada olsa, günün yorgunluğunu attarak ama açıkmış olarak hamamdan çıktık.

Lobide tekrar rezil olmayayım diye bu sefer İklim’i kucağıma aldım. Yolda, banyo olduğuna karar verdiği hamama bir daha gelmek istemediğini birkaç kez arka arkaya, kırmızı halılı koridora kadar izni olduğunu için biraz yüksek sesle söyleyince ben odaya bir an önce girmek için adımlarımı hızlandırmıştım. Kucağımda başka banyo hikâyeleri anlatarak geldiğimiz kırmızı halılı koridorun çizgisini geçer geçmez susup tekrar bize dönüp sessiz konuşmamız gerektiğini hatırlatmayı da tabii ki ihmal etmedi. Odadan, akşam yemeği için giyinerek çıkıp restorana geldiğimizde koridordan geçerken hiç konuşmadığım için İklim artık bizim(!) “Koridor Kurallarını” öğrenmiş olduğumuza kanaat getirip beni tebrik etti! Bir daha da tekrar etme gereği hissetmeyince çocuklar mı bizi, biz mi çocukları eğittiğimizi tekrar düşünmeye başlamıştım.

Bildik açık büfe yemek sonrası yenilenlerin hazmedilmesi gerektiğinden, otel önünde ki parkta yürümek için dışarı çıktık. Tüm park, Gönen halkı ve Balıkesir üniversitense bağlı bölgenin yapısına uygun olarak Bilgisayar, Doğalgaz, İklimlendirme, Muhasebe, Turizm, İşletme gibi bölümleri olan Meslek Yüksekokulu öğrencileri sayesinde pek canlıydı. Park içinde ki kahvelerde her yaştan insan, 20 dereceye ulaşan gece de hem yazın gelişini kutluyor hem de yarının fazladan 1 gün tatil olmasının heyecanıyla kendini sokaklara atmış eğleniyordu. Açık hava kahvelerine kurulmuş nargile masaları ve son günlerde moda olan masa futbolu gençler arasında iyi bir yer edinmiş vaziyetteydi.

İklimle yaptığımız bir masa futbol maçını 5-4 kazanmış olarak otele dönerken yolda kaybettiği için ikide birde bizimkiyle dalga geçiyordum. İklim, “Yarın gene gelelim babaaa” diyerek yenilgiye doymayan pehlivan hislerini daha şimdiden yaşamaya başlamıştı. Güzel bir uyku sonrası yarın 23 Nisan’ı, Gönenlilerle kutlamak için yatağımıza uzanıp uykuya daldık.

Sabah, dün geceden yaptığımız birinci seans hamam sefası sonrasında biraz yumuşamış ancak pelteye dönüşmüş vücudumuzu zorla ama ya bir çatı arasına ya da bir çatının su oluğu üzerine, bekli de bir ağaç dalına iki, üç ince çam dalı parçasını çapraz koyup üzerine yumurtlamış kumruların birbirlerine guguk-guguk diyerek yaptıkları kurlar eşliğinde uyandığımızdan keyifle yataktan kalkıp 2.seansı yapmak üzere alel acele açık havuza iniyoruz.

Yaz, kış her daim, sabah gün ışımasından akşam karanlığına kadar kullanılabilinen 36 ºC de ki açık sıcak havuzda, bu Nisan sabahın da hava biraz serin olsa da üşmeden rahatlıkla yüzebiliyordu. Otel misafirlerinin çoğunluğunun içerde ki kapalı havuzları kullanması, burasının daha boş olmasına ve bir odanın dahi boş olmadığı bu bayramda daha rahat banyo alabilmemize yarıyordu.

Suyun çıkış sıcaklığı 52 ºC miş. Biraz soğutularak 40 ºC’ye indirilse de, 15 dakikadan fazla kaldığımızda 3.000 yıldır ona, buna ve şuna iyi gelen, fosforlu Cevriye misali, bol mineralli ve fosforlu kaplıca suyu, ters etki yaparak tansiyonu düşürdüğünü ve başımızı döndürdüğünü önceki tecrübelerden bildiğimizden fazla kalmadan aç karnına girdiğimiz havuzdan çıkıyor biraz dinlendikte sonra güzel bir sabah kahvaltısı eşliğinde kendimize geliyoruz. ( http://www.termal-oteller.org/2009/11/gonen-kaplicalari/ )

Dün akşam parkta gezinirken polislere 23 Nisan kutlamalarını sormuştuk. Sıkışık trafiği, milyonu aşan insan seli içinde olmadığınızdan parkın hemen yanında, Edremit yolu üzerinde ki Gönen stadyumunda saat 11’de gösterilerin başlayacağını öğrendiğimizde, 23 Nisan için Gönen’i seçmiş olduğumuzdan kendimizi şanslı saydık.

Kahvaltı sonrası otelden çıkarken uzaklardan gelen bando sesleri içimizde ki Milli Mücadele ruhumuzu kabartmaya yetmişti. Kurtuluş savaşını ve Atalarımızı düşünürken içimizin titremesiyle, İklim daha önceden görmediği için ne olduğunu anlamadığı bu seslere bir yorum yapmadığından her birimiz kendi havamızda parkta yürüyorduk. Her 23 Nisan’da yağan yağmur bu sefer biraz rötar yapacağını metrolojiden öğrenmiştik. Bir tişörtle çıktığımız park içinde geçip sabah yürüyüşümüzü yaparken İklim, ilçenin diğer çocukları ile bir sağa bir sola koşturuyordu. Kısacası tüm Gönenlilerle birlikte kalabalığın gittiği yöne doğru gidiyorduk.

Açıkçası parkın sonuna zor geldik de denebilir. Yol üzerinde ki oyun alanlarına takılmadan gitmek imkânsızdı. Her birinde sallanan, kayan çocukların vızır vızır bağrışlarına “Baloncuuuu, ” anonsu karışıyordu. Yaşı altmışı geçmiş beyaz sakallı baloncu, uzun sopasına bağladığı kırmız, beyaz mavi, yeşil ve karışık renkli balonlardan almak isteyen çocukların balonlarını koparmasınlar diye önünde tek sıra olmazlarsa vermeyeceğini söylüyor, uzun yıllarının etkisiyle edindiği tecrübesiyle, bir dede edasıyla ufaklıkları terbiye etmeye çalışıyordu.

İbo’yu bu sefer, geçmişe olan özlemle anma yerine bir iç huzuru ile hatırlamış, her anne ve babanın yaptığı gibi İklim’e bir balon alıp stadın yolunu tutmuştuk. Önümüzde birkaç çocuk elinde balonla stada doğru koştururken bende Esra ile İbo’nun çocukluğumuzda pek meşhur olan şarkısını mırıldanmaya başlamıştık.

…O çocuk yüzlü bayramlar şimdi nerdeler, hani nerde o ışıklar çocuksu sevgiler

Gitti mi yoksa yine gelir mi o günler, nerde kaldı masallar sevgiler günler…

Yol üzerindeki birkaç kaydırak da vakit geçirdiğimizden, Belediye önünden geçerek giden bando mızıka takımı bizden önce stada girmiş, yeşilliklerinin üzerinde, şeref tribününün önünde yerini almıştı. Gönen Termalsporu’un maçların da bile tüm koltuklar dolmadığından, daha fazlasına ihtiyaç olmadığı için ancak birkaç bin kişilik yapılmış Gönen Şehir Stadı hınca hınç doluydu. Hem kapalı hem de açık tribünde yer olmadığı için stadın yan kapısı açılmış ve tüm şehir içi yürüyüşünde çocuklarının ya da torunlarını yanında yürüyen ebeveynler, dedeler, anneanneler bando peşi sıra stat içine girmişlerdi. Bizde bu fırsattan yaralanıp sıkışık seyirci koltukları yerine saha kenarında yerimizi aldık.

Tüm Gönenin İlkokulları, artık eski Ortaokulda, İlkokul olduğundan bayağı iri çocuklar da dâhil, yeşil saha üzerinde farklı kıyafetlerle yerlerini almış kendi gösterilerinin zamanlarının gelmesi bekliyorlardı. Tribünlere sığmayan kalabalık yeşil sahayı çevreleyen atletizm koşularının yapıldığı kırmızı toprak alanın bir gerisinde ikinci bir halka olarak sahayı sarmıştı. Kalabalık içindeki anneler, bir yandan okul gösteri takımına uzun uğraşlarla sokabildikleri ve kıt kanaat geçindikleri yaşantılarında zor şartlar altında kenara ayırdıkları paralarla satın aldıkları ya da kiraladıkları kostümlerle, topluluk içinde bir birey olabilmenin adımlarını atamaya çalışan çocuklarının gösterilerini gururla seyretmeye bir yandan da gösterisi bitip de arka bölümde dinlenmeye geçen çocuklarına, bu sıcak havada su verme çalışıyorlardı..

Hava hakikaten beklediğimiz ve bildiğimiz 23 Nisanlardan farklıydı. Güneş, masmavi bir gökyüzü altında yazdan bir gün yaşatıyordu. İklim’le kapalı tribün karşısına kurulmuş şimdilik sadece gösteri yapan çocukların girebildiği açık tribüne doğru ilerliyoruz. Son bir saattir hiç durmadan trompet ve borazan çalan Atatürk İlköğretim Okulu çocuklarının yanına yanaştık. Bizimki stada girdiğimizden beri tek kelime etmemişti. Sanki ileride hepsini birden kusacakmış gibi tüm gördüklerini özümsemeğe, tüm duyduklarını da tekrar etmek için can kulağı ile algılamaya çalışıyordu.

İklim, ortama biraz alışınca o ana kadar sıkı sıkıya tuttuğu elimi bırakıp o ana kadar görsel algıladıklarını tensel algılamak için açık tribünde dinlenmeye çekilmiş çocukların çimlerin üzerine bıraktıkları bando aletlerinden birinin, kendi boyunca bir trampetim başına geçip orasını burası çevirerek kurcalamaya başladı. Bizimkinin bu halini sevimli bulan, 14- 15 yaşlarındaki bir genç kız, kırmızı ceket, beyaz etek ve boynuna taktığı kıvrımlı kırmızı beyaz izci fularıyla İklim’in yanına yaklaşıp ona kendi sopalarını uzattı. Bizimki ne yapacağını bilmediği sopaları alsam mı almasam mı diye bakınırken gene aynı yaşlardaki bir başka erkek çocuk zıplayarak kalktığı açık tribünden koşar adımlarla yanımıza gelip elinde ki borazanı öttürmeye başlayınca İklim birden irkilerek bir iki adım geri kaçtı. Ardından yapılan oyunun kendisine yönelik olduğunu anlayınca önce geldiği gibi birkaç adımı ileriye, bir avın arkasından giden av köpeği gibi tek ayağını yavaşça önce yukarı sonra ileri doğru uzatarak birden avına saldırırcasına, hışımla trompet sopalarını kapmak için bağırarak kızın ellerine atıldı.

Stadın kapalı loca kısmı başka curcuna arkası, açık loca kısmı başka curcunaydı. Önde şehir erkânı; Belediye Başkanı, Garnizon Komutanı, Başsavcı, X.Noter, Başkâtip, Hâkim ve birkaç Hükümet görevlisi ve onlara kendilerini beğendirmeye çalışan çocuklar, gösterileri bitince stadın arka cephesine, açık tribüne gelerek birbirlerine takılarak, bağırarak, eğlenerek vakit geçiriyorlardı.

Bizimki, kulaklarının dibinde çınlayan borazan sesinin ardından, Kaptan Swing’in Kırmız Urbalıları yenince içinde hissettiği gururla iki elini beline dayayarak kasıldığı gibi baştan sona kırmızı-beyaza bürünmüş Gönenli ablasının elindeki sopaları hızlıca çekip alınca içinde yeşeren güvenle o ana kadar gördüklerini, öğrendiğini göstermek istercesine başladı trompet çalmaya. Dağa doğrusu gürültü çıkarmaya...

Kendi gibi birkaç yaşıtı da oraya gelince boylarını aşan bir iki davul ve boyları kadar trompetler, çocukların elinde pata küte ses çıkartıyordu. Biz, saha ortasında ki resmi töreni çoktan unutmuş yaşları 3-5 arası 10 kadar çocuğun vermeye çalıştığı gayri resmi, alternatif gösteriyi izliyorduk. Allahtan resmi cenaptakiler, hem Belediye Bandosunun gür sesi, hem de hoparlörlerden yayılan ek ses bağırtısı sayesinde tüm stadı kaplayan metal ses yığınına maruz kaldıklarından, bizim ufaklıkların kendi başlarına vermeye çalıştıkları seremoniden etkilenmiyorlardı.

Birkaç dakika sonra Kırmızı Urbalılara, kenarda dinlenip gelen Mavi Urbalılar da, yani mavi kıyafetli bandocular karışınca Atatürk İlkokulu ve Gazi İlkokulu öğrencileri karşılıklı bando savaşına başladılar.

Kırmızı üniformalı Atatürk İlkokulu davulcusu, mavi üniformalı Gazi İlkokulu bando takımının arkasından savaşa sonradan dâhil olmuştu. Kan-ter içinde, mücadeleye kendisinden önce başlayan arkadaşlarını yarı yolda bırakmışlığın ezikliğiyle davula biraz sert vurmaya başladı. Hatta tek tokmakla çaldığı koca davulunun sesi, mavilerinkini bastırmakta yetersiz kaldığına kanat getirip yanında duran arkadaşından isteyerek aldığı 2. tokmakla, davulunu patlatırcasına çalıyordu.

Ortalık tam bir curcuna, tam bir bayram havasıydı. Resmi töreni bitiren yanımıza geliyor alternatif kutlama sahası gitgide büyüyordu. O ana kadar kurallar zinciri içinde törene dâhil olmuş çocuklar, büyüklerinin kendileri adına koydukları kurallar eşliğinde eğlenmek zorunda olduklarını bildiklerinden, <ı>23 Nisan Çocuk Bayramını kutlamak için önce <ı>Ulusal Egemenlik Bayramı kısmını tamamlamaya çalışıyorlardı. Büyüklerinin kasılarak oturdukları koltuklarında kendilerinden gurur duymaları, eşe, dosta düşmana nasıl bir gençlik yetiştirildiğini göstermeleri gerektiğini bildiklerinden önce tören alanında ki görevlerini bitirmeye ve aldıkları görevlerden yüz akıyla çıkmaya çalışıyorlardı.

Gösterisini bitiren, görevini tamamlamış olmanın verdiği rahatlıkla, resmi tören alanından uzaklaşıyor, şimdi başlamış olan gerçek <ı>23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına katılmak için açık tribün önüne, yani sahanın şehir erkânından en uzak noktasına doğru koşuyordu. Yanımıza gelen, bandosunu, mızıkasını trompetini, canı istediği gibi çalıyor daha doğrusu canı istedi gibi bir gürültü çıkarıyordu. Yavaş yavaş artan kalabalık ufak bir daire oluşturunca ortada kalan bizim 3-5 yaşlarındaki Bremen mızıkacıları, konuya kendilerini fazla kaptırdıklarından “Sol” ve “La” notaları arka arkaya geldiğinde dans etmeleri gerektiğini hissettiklerinden önce köçek ruhlu İklim, ardından diğer yandaşları trompet sopalarını yere atıp ellerini havaya kaldırarak kıvırtmaya başladılar. Bunu gören çevrede ki diğer bando-mızıka öğrencileri, borazan çalanlar borazanlarını, trompet çalanlar trompetlerini var güçleri ile çalmaya ve stadın dışından duyulacak şekilde bağırarak şarkı söylemeye başladılar. Ortada ki Bremen mızıkacıları adını taktığım bizimkiler ve daha ufak yeni yürümeye başlamış bebek-çocuklar, parmak çıtlatmayı bilmeseler de analarını ya da babalarını iyi gözlemleyebildiklerinden, orta parmaklarını, başparmaklarına sürterek şakıdım yapmaya çalışarak göbek atmaya çalışıyorlardı.

Ortada ne göbek atılacak müzik ne de göbek atılacak bir hava vardı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve ardına iliştirilmiş Çocuk Bayramının 1. bölümü yani Ulusal Egemenlik kısmı artık bitmeye başladığından 2. Bölüme, yani Çocuk Bayramı kısmına geçmeye karar vermiş yüzlerce çocuk, belki de gerçek 23 Nisan kutlamaları yapıyorlardı.

14-15 yaşlarında döpiyes giymiş bir kızın son şiiri de okuyup “23 Nisan Tören kutlamalarını bitmiştir Efendim! Saygılarımla arz ederim!” diye ortalığı çınlatan son anonsuyla, Şehir Erkânını son kez selamlamasın ardından, mikrofonu köşede, ayakta duran öğretmeninin eline tutuşturup koşar adımlarla yanımıza kadar geldi.

O ana kadar, uzakta ki bu ufak eğlencenin içinde olmayı içten içe istemiş tören yönetmeni genç kız, almış olduğu görev gereği yanımıza gelememiş olmasına hiç de hayıflanmadan hızlıca aramıza karıştı. Sarı, beyaz, mavi, yeşil tişört ve eşofman giymiş sayıları yüzleri aşan arkadaşlarıyla ellerinde ki gösteri yastıklarını havalara atıyor ve hep bir ağızdan ne söyledikleri hiç ama hiç anlaşılmayan 23 Nisan marşları söylüyorlardı.

Şehir Erkânı bu durma müdahale etmediği gibi belki de eskisi gibi artık etmemesi gerektiğini öğrendiklerinden ama sessiz de kalamayacaklarını bildiklerinden, yerlerinden kalkıp yavaş yavaş stadı terk ederek meydanı gerçek sahiplerine bırakmaya başladılar.

Kimisi yöresel folklor kıyafetiyle, kimisi bando üniformasıyla, kimisi izci giysileriyle arka köşeye sığamadıkları için stadın çimleri üzerine doğru kaymaya başlayan yüzlerce kızlı-erkekli İlkokul öğrencisi birde kenarda bizler gibi bekleyen bir o kadar ailenin 2. ya da 3. okula gitmeyen çocukları, stadın yeşil çimlerini kaplamış, binlerce yeni açmış çiçek gibi bir oraya bir buraya koşturuyorlar, dans ediyorlar ve bağırıyorlardı.

Büyük kentlerde belki birçok çocuk bu durumu yani bir gösteri yapma ve bir topluluk önünde bir birey olabilme ve günlerdir yaptıkları provalarının karşılığını alabilme durumunu çoktan aşmış, hatta belki de bu durumların şehir karmaşası içinde sadece görev anlayışıyla yaptıklarından kendilerinde bir haz yaratmadığı için tatminsizlik boyutunda can sıkıcı bir 23 Nisan kutlamaları yaşıyor olsa bile, Taşra diye geçen bir bölgede, her geçen gün daha fazla kendi isteklerini yapmaya çalışan bu çocukların, biz büyükleri gibi kundaklanarak geçirdikleri bir bebeklikleri de olmadığı için daha özgürce yaşayabildikleri, isteklerini daha bilinçli dile getirebildikleri bir çocukluk yaşadıklarını gördüğümde, birden geleceğin daha aydınlık olacağını hissettim.

Son şiiri okuyup da yanımıza gelen kız öğrenci, bir müddet sonra, tekrar başlayacak yürüyüşü organize etmek için kendini kaptırdığı eğlence dünyasından birden sıyırıp daha önceden belirlenmiş olan kurmaylarını, her daim ve ölmediğimiz sürece sallanması gerektiğini bildiklerinden eğlencelere bayrakları sürekli sallayarak katılmış beyaz elbiseli Al Sancak ekibini alel acele topladı. Kırmızı al bayrakların arkasında, bando şefi olarak elinde asası ile yerini almaya giderken de kendi arkasında yer alması gereken trompet ekibinden arkadaşlarına da dönerek “Ayşe, Fatma, Zeliha, çabuk sıraya girin şimdi kortej yürüyüşü tekrar başlatacak” diye emir vermeyi de ihmal etmedi.

Eğlenceden dağılan ortamı bir an önce toparlamak için bando asasını havaya kaldırıp “Bir-ki-üç. Başla!” komutu ile başlayan trompet seslerini duyan borazancılar, savaş alanında saldırı komutu almış bıçkın askerler gibi birbirleri üzerinden zıplayarak oynadıkları oyunlarını bırakıp, çimlerin üzerine bıraktıkları borazanlarını kaptılar. Ve koşarak yerlerini alıp içlerindeki meşaleyi ateşleyen trompetçilerin seslerini bastırmak istercesine eşlik etmeye başladılar.

Davulcular her zaman olduğu gibi biraz göbekliydi. Takımın en arkasında sağ ve sola yerleşecek iki davulcudan biri, yani diğer arkadaşının bağrışıyla adını öğrendiğim Sinan, biraz önce İklim’in trompet sesini ve diğer çocukların bağırışlarını bastırmak için çift tokmakla vurduğu tek tarafı patlamış davulunu boynuna asıp, patlayan kısmı dışarıdan görünmesin diye iç tarafa çevirerek koca göbeği üzerine yerleştirdi. Ardında da başladı davulun patlak olmayan tarafına vurmaya.

Takım saniyeler içinde toplanmıştı. Borazan sesini duyan bir irkiliyor, irkilen arkasına dönüp ne oluyor diye bakıyordu. Birkaç dakika içinde 2. takım Mavi Urbalılar, Gazi İlkokulu bando takımı da yerini almış ve önde ki ekibe eşlik etmeğe başlamıştı.

2 takımın trompetçileri “Beş para ver. Beş para ver. Beş para yoksa on para ver…” melodisini önce arka arkaya 2 defa çalıyor, marşın bitiminde trompet sopalarını “tııırrrrrrt” şeklinde çok hızlı birbirlerine vurdurarak, borazancıların devreye girme komutunu veriyorlar, ardında da kendileri bu aranağmelerde sahneyi borazancılara bırakıyorlardı. Kırmızı bandocu kızlar, sopalarını, kızgın öğle güneşinden daha da gerilmiş trompetlerin cam derileri üzerinde her an tekrar başlayacak gibi kolları gergin bir halde bekletirlerken, Kırmızı erkek borazancıların aynı melodiyi bir kere çalmalarının ardından aniden devreye giren trompet sesleri tüm ahaliyi hep birden yerinde hoplatıyor, aynı anda içimizde de bir şeyleri kabartıyordu.

Zavallı koca göbekli erkek davulcularsa, hiç durmadan hem trompetlere hem de borazanlar çalarken onlara tempo tutmak için davullarına güm, güm, güm diye vuruyorlardı.

Birkaç saniye önce çimler üzerinde yuvarlanan, alt alta üst üste Çocuk Bayramını kutlayan çocuklar, kendi istekleriyle saniyeler içinde ardışık olarak birleşen 2 bando takımının yaydığı Milli mücadele ruhuyla birleşince şimdi Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını mesajını oluşturmanın gururunu hepimize yaşatmışlardı. Diğer çocuklar da oyunlarını bırakmışlar, bando takımının arkasında sıraya girmeye başlamışlardı. Bando takımları hiç durmadan çalıyor, ses kulaklarımızdan kalbimize doğru ilerledikçe tüm ruhumuzu kaplıyor vücudumuzu titretiyordu. Saatlerdir tepemizde parıldayan güneşten hepimizin dili damağına yapışmıştı. Kendimi toparlamak için yutkunmak istediğim de tükürüklerim gırtlağımda düğümlenince, gözlerimden de birkaç damla yaş damladı.

Galiba gitgide bende yaşlanıyor ve daha duygusal oluyorum artık, derken Esra ile göz göze geldiğimizde onunda gözlerinin dolu dolu olduğunu görünce biraz olsun içim rahatladı.

Kımızı ve Mavi Bando takımı tam bir birlik ve uyum içinde tüm stada yayılan çocuklara seslerini duyurmak için ardışık olarak hiç durmadan Bando marşını çalıyor ve onların yerlerini almalarını bekliyorlardı. Önce bir, sonra beş, sonra yirmi derken, arakaya doğru yüzlerce çocuk kendi kıyafetleriyle uyumlu ekipleri içinde yerlerini alarak okullarını temsil eden baş yürüyüşçü arkasında sıraya giriyorlardı.

Önde, stadın giriş kapısı birkaç polis tarafından boşaltılmasıyla yol açıldı. Baş bando şefi kız, bando asasını tekrar havaya kaldırıp, topuzundan tutarak havada iki defa çevirdikten sonra arkada ki tüm ekibin yürüyüşün başlayacağını anlamaları ve ona göre hazırda beklemeleri için asasını havaya fırlattı. İki üç metre yükselen beyaz kurdelelerle süslü kırmızı asa, topuzunun ağırlığı sayesinde dik bir şekilde yere inerken tüm kortej gibi bizlerde -Hazır ol- da bekliyorduk.

“Bir-ki-üç. Uygun adım ileri marş, marş!” komutunu verilince tüm kafile kendi başına bir grup olmanın ve kendine kendilerine yetmenin yarattığı hazla göğüslerini gerip, kolları dik, birini ileri diğerini geri sallayarak yürüyüşlerine başlamışlardı.

Bizler kenarda, kırmızı taratan pistin hemen yanında, çimlerin üzerinde saha içinde kalmıştık. İklim, önünde yaşanan bu curcunayı tam anlamamışsa da bir yerlerde gene bir kural silsilesinin başladığını hissetmiş olacak ki oynadığı, koşturduğu çimler üzerinden arkadaşlarını bırakıp yanımıza gelip elimi tuttu. Bir süre yerde yanımda durup önünden geçen kendi boyunun iki katı ağabey ve ablalarını seyretti. Sonra da kucağa alınmak istedi.

Daha iyi görmesi için tepeme, başımın üzerine oturttuğumda sanki giden kendisiymiş gibi her tekrar gelmek istediği parktan ayrılırken el sallayarak dediği gibi “Gene geleceğim” diyerek uzaklaşan korteje el sallamaya başlamıştı.

Galiba sevmişti bizimki bu 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarını…

Ne İklim, ne Esra, ne de ben hiç konuşmadan bir süre kortej arkasından yürüdük. Galiba hepimiz yaşadıklarımızı içimize daha iyi yerleştirmek istiyorduk. Sessizce arabamızın yanına gelerek, binip tekrar yola koyulduk.

Gönen çevresinde her yaşta her insanın ata binilebildiği Balya yolu üzerindeki Meral Sultan Harası, aynı yol üzerindeki böbrek taşı düşürmeye yarayan suyuyla meşhurlaşmış ufak bir açık hava havuzuyla sıcak yaz günlerinde biraz daha serin olabilen Dağ ılıcası, Nisan Mayıs aylarında 2, 5 milyon kuşu yavrulama için barındıran Manyas Kuş Cenneti ve tabii ki her gidenin de gitmeyeninde bildiği Sepet peyniri ve Malıç (Mihaliç) Kızartma peyniri almadan dönülmeyecek olması mutlaka yapılması gerekenler listesinin baş aktörleriydi. Biz de buralara kadar gelmişsiz deyip hepsini görerek-yaparak günümüzü tamamladık.

Bunca güzellikleriyle 2 gün geçirdiğimiz Gönen’den ayrılırken bu sefer İklim’le biz, tekrar gelmek istediğimizden “Gene geleceğiz Gönen.” diyerek kendi kendimize söz vererek el sallıyorduk.

Nisan 2010